Nuri Bilge Ceylan’ın yönettiği, 2011’de Cannes Film Festivali Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan Bir Zamanlar Anadolu’da filminin senarist ve oyuncularından, oyuncu, yönetmen ve yazar Ercan Kesal, Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü’nün düzenlediği etkinlikte hekimlik mesleğinden yazarlık, oyunculuk ve yönetmenliğe uzanan sanat yolculuğunu, sinema ve edebiyata dair düşüncelerini öğrencilerle paylaştı.
Dr. Selin Kiraz: İnsanlar sizi oyuncu, senarist veya yönetmen kimliğinizle tanıyor. Adana Altın Koza Film Festivali’nde ödül alırken “uzunca bir süre hekim arkadaşlarım için sinemacı Ercan’dım, yönetmen arkadaşlarım içinde doktor Ercan’dım. Bakalım sinema yolculuğumuz bizi nereye götürecek” demiştiniz. Peki siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Ercan Kesal: “Bu tanımlama ve birilerinin titrini söyleme mecburiyeti aslında bu çağın hastalığı bence. Uzmanlaşmakla ilgili tarif edilen bir şey bizi, dünyaya yabancılaştırıyor. Bunu bir çeşit zehirleme gibi düşünüyorum ve bunu kırmamız gerek. Yani sadece bir şeyi yapabilmek ve onunla anılmak, onu belki de yaşadığı sürece benzerlerinden bir adım öne çıkartıyor. Ancak ben bunu yaşama dair bir haksızlık olarak düşünüyorum. Hep söylediğim bir şey var; bu dünyaya bir kez geldik ve provası olmayan bir şey yapıyoruz. Yaşadığımız süre aslında dünyanın ömrüyle karşılaştırıldığında bence sözü bile edilemeyecek kadar küçük bir şey ve içini hakkıyla doldurmak zorundayız. Bu yüzden sadece bir şeyle kendini sınırlamak, bir şeyle kendini tarif etmek ve onun uzmanlığıyla yetinmek kendi yaşamınıza haksızlık. Üstelik bu iyi bir şey de değil. Kendi deneyimlerimden şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, hekim olmasaydım eğer sinemacı olamazdım ben. Yani bu tuhaf gelecek ama eğer hekim olmasaydım hastalarımın hikayelerini yazamazdım. Onları taşıyamazdım ve onlardan kendime sonuçlar çıkartamazdım.
“Bir tıp fakültesi öğrencisinin bence iyi bir okuma antrenmanı vardır. Hiç olmazsa bunu öğrendim ben. Hızlı okuyabilen birisiyim. Okuduklarının altını hızla çizebilen birisiyim. Bu hikayeler bana bütüncül düşünmeyi öğretti. Yani işin sadece bir tarafının olmadığını öğretti. Hekimlik bana bir hastanın sadece bir ağrısının ya da bir şikayetinin değil de bir bütün olarak vücudunun hasta olduğunu gösterdi. Bu da benim oyunculukta önümü çok açtı, ilham verdi. Yoksa benim gibi kırk yedi yaşında kamera görmüş ve hayatında hiç oyunculuk eğitimi almamış biri kendinden farklı ve birçok karakteri canlandırabilme yolunu nerden bulacaktı? Ben onları öncelikle gündelik hayattan, anlatılan hikayelerden, okuduklarımdan yola çıkarak bir yere oturtuyorum ve kanlı canlı hale getiriyorum. Sonra da onu içime alıyorum bir şekilde kendi içimdeki mizaçla o mizacı örtüştürmeye çalışıyorum.
“Ebeveynlerin şöyle bir yaklaşımı var ve bence buna itiraz edilsin: “Oğlum sinema ile mi uğraşıyorsun önce bir mesleğini al avukat ol da sonra yine sinemayla uğraşırsın. Müzik mi yapıyorsun canım önce bir doktor ol da daha sonra müzikle uğraşmaya devam edersin. Ya da resim mi çiziyorsun önce bir mühendis ol sonra yine resim yaparsın.” Halbuki şunu bilmek durumundayız; en basit mimari meselede bile resim estetiğinin, hikâye estetiğinin, coğrafya bilgisinin hatta psikoloji bilgisinin çok elzem olduğunu bilmek durumdayız. Hayat bir öğrenmeler manzumesi. Bütüncül bakmak zorundasınız. Yaptığınız, eylediğiniz, yaşadığınız, sunduğunuz ya da hedefinizi belirlediğiniz her şey için geçerli. Bu bir Rönesans aydını modeli aslında. Birçok şeyi yarım yamalak yapmak değil de birçok şeyin içinden en iyiyi yaptığınız şeyi besleyecek faaliyetlerden kendinizi azade kılmamak. Onlardan mahrum olmamak meselesi.
“Bizim duayen bir profesörümüz vardı Profesör Süheyl Ünver. Süheyl Bey hocalığı sırasında tıp fakültesi öğrencilerine ısrarla resim
yapmalarını önerirdi. Tabii itiraz eden öğrenci arkadaşlar da “hocam ne yapacağız biz ressam mı olacağız? Bize ısrarla resim yaptırıyorsunuz? Biz doktor olacağız” diyorlarmış. Hocaları da “oğlum ben size ressam olun demiyorum ki resim yapın diyorum” dermiş. Yani yaptığımız her işle ilgili bize sunulan bir takım uzmanlaşma bariyerleri var. Bu işi yapıyorsan bu olacaksın, resim yapıyorsan ressam olacaksın. Hayır bir şey çalmalıyız, resim de çizmeliyiz, fotoğraf da çekmeliyiz, hikâye de okumalıyız. Çok hikâye okumalıyız çok hikâye yazmalıyız. Bazen e-postalar geliyor. Genç yaşta birileri bir şeyler yazmışlar ama onlar yayımlanmadığı için vazgeçmekle karşı karşıya kalmışlar ve benden yardım istiyorlar. Ben de onlara şunu söylüyorum: “yazmaktan niye vazgeçiyorsun? Bunları ölünceye kadar yazmalısın bence. Bunların kitap olması gibi bir hedef koymana gerek yok ki. Önünde sonunda nasıl olsa birileriyle buluşur ve mutlaka karşılığını alır. Hiçbir emek karşılıksız değildir çünkü.”
Dr. Selin Kiraz: “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmini izlerken Doktor Ercan Hoca’nın hekim senaristleriyle bir bağlantısı var mı acaba diye merak etmiştim. O süreci birazda sizden dinlemek istiyorum.
Ercan Kesal: “Senaryo yazan arkadaşlarımız için de belki öğretici birtakım detaylar paylaşmış olurum. Birincisi şu; arkadaşlar senaryo için genellikle büyükçe, görkemli ve sanki daha önce duyulmamış, yaşanmamış, bilinmemiş, yazılmamış bir hikâye arıyorlar. Bence böyle bir şeyin peşine düşmek zaman kaybı. Sonu hayal kırıklığıyla bitecek bir şey. Büyükçe bir hikâyenin, tuhaflığın, daha önce hiç duyulmamış meselenin peşine tabii ki düşülebilir ama sinema o değil. Sinema onun içinde gizli saklı duran bir şeydir. Sanki büyükçe bir romanın ya da büyükçe bir hikâyenin içindeki bir detaydır, bir andır, bir fikirdir, daha önce hiç rastlamadığınız bir dönüşümdür. Aslında bütün hikâye, bütün metin işte o fikri hem saklar hem de onun altını çizer. Sinemanın gücü onunla karşılaştığınızdaki şaşkınlığınız ve sizdeki sarsıcılığıdır. Bu yüzden o fikir çok kıymetlidir.
“Mario Vargas Llosa roman yazmayı tersten striptiz yapmaya benzetir. Yani aslında soyundukça giyinilen bir şeymiş gibi tarif eder roman yazmayı. Ben sinemayı da bu metafora çok benzetiyorum. Yani yazdığınız senaryo sanki açıldıkça, soyundukça ve ortaya döküldükçe sizin derdiniz, fikriniz sanki daha parlıyor. Kendi içine kapanarak bir çekim merkezi haline dönüşüyor. Buna buradan bakmaya başlarlarsa kendi hayatlarının, başlarına gelen şeylerin, şahit olduklarının, duyduklarının, okuduklarının içinde bir yerlerde gizli olan sinemayı daha çabuk fark etme şansına sahip olurlar. Benim Bir Zamanlar Anadolu’da filminden çıkarılabilecek ders şudur belki: başınıza gelen her şey senaryo olmaya adaydır.
“Ben 1984 yılında Bir Zamanlar Anadolu’da filminin geçtiği kasabada hekimdim ve böyle bir hikâye yaşadım. Sabaha kadar o yolculuğu yaşayan benim. Ben o sabah yolculuktan sonra o hikâyenin bitiği anda eski Ercan Kesal olamadım. Bu önemli bir şey. Yani beni bu kadar kendi hayatım içinde değiştiren, dönüştüren bir ihtimal sinemanın da aradığı bir şeydir. Ben bunu hiç unutmadım. 25 yıl sonra ben 1984 yılında o topraklardan ayrıldım. Hekimlik yaptığım yer orasıydı, gerçek mekanlardı. Bu hikâyeyi yeniden çekmek için 25 yıl sonra tekrar oraya gittik. İkinci olarak da şunu fark ettim ki hiçbir şeyin tekrarı olmuyormuş meğer. Siz her seferinde onu yeniden üretiyormuşsunuz bozuyor, çözüyor, ekliyor, yanlış hatırlıyor, bilerek saklıyor ya da bilmeden değiştiriyorsunuz. Sonuçta ortaya başka bir gerçeklik icat ediyorsunuz. Belki de sanatın yaptığı şey baştan sona bu. Gerçekliğin yeniden icadı. Ama o gerçekliğin yeniden icadı, kurmaca diye tarif edilip sonra unutulan bir şey değil. Sizin yeniden ürettiğiniz, yeniden yarattığınız, yeniden icat ettiğiniz bu şey dünyaya armağan ediliyor.
“Biraz önce sözüne ettiğiniz Bir Zamanlar Anadolu’da ki muhtar aslında sizin için artık yaşıyor. O kadar kanlı canlı birisi ki sanki onu siz köydeki sofrada bıraktınız ve geldiniz gibi. Ya da Yozgat Blues’teki şarkıcı Yavuz acaba Yozgat’ta mı kaldı? İstanbul’a mı döndü? Hala oralarda bir yerde duruyor o adam sanki. Filmlerdeki karakterler bizim hayatımızın içine giriyorlar. Onların gerçekten bir yerde doğup büyümelerine gerek yok. Onları biz bu hayatın içine dünyanın içine fırlatıyoruz. İcat ettikten sonra onları kanlı canlı hale getirdikten sonra gönderiyoruz. Bu yüzden gerçeklik ve kurmacanın arasındaki sınırlar hiç de o kadar kalın değil. Sinema bu sınırları da zorlayan bir sanat.”
Dr. Selin Kiraz: Sinema sizin için hikayelerinizi ölümsüzleştirmenin bir yolu, bir aracı. Fakat şunu merak ediyorum, yıllarca hekimlik yaptıktan sonra hangi aşamada artık bu yolu seçmeye karar verdiniz? Nasıl bir dönüşümdü o?
Ercan Kesal: “İlk gördüğüm filmle etkilenmişimdir sinemadan. Yani altı yedi yaşlarında olmalıyım. Yeşilçam filmidir büyük bir ihtimal. Oradaki dünya, oradaki insanların trajedisi, o tuhaf gerçeklik, sizi tanımayan insanların kederine, coşkusuna, umuduna ortak olabilmek, özdeşleşmek ve film bittiğinde sinemadan farklı çıkmak çok tuhaf bir duygu. Mutlaka insanın içinde bir şeyler kalıyor. Sinemacı olmayı, yönetmen olmayı, film çekmeyi mutlaka bilinçli olarak düşünmeye başladığım yıllar vardı. Herhâlde üniversite ve sonrası diye düşünüyorum ama bütün bunları başlatan edebiyat oldu bence. Yani ben aslında sinemaya okuyarak ve yazarak girdim. Okuyup yazma birikimim olmasaydı sinemaya giremezdim. Ben sinemaya oyuncu olarak girmedim zaten bunu hep söylüyorum. Ben Üç Maymun’un senaristlerinden biri olarak buluştum sinemayla.
“Yazmayı da okuyarak başlatan birisi oldum ben, çok okuyan bir insan zaten bir süre sonra mutlaka yazmaya da başlıyor. Yani yazmak için bir yetenek, bir zaman, bir an beklemeye gerek yok bence. Yazmaya başlamak istiyorsanız yapacağınız ilk iş okumaya başlamak. Okumayan insan yazamaz bence. Okumaya başlamışsanız mutlaka önünde sonunda yazarsınız. Yazmaya başladıktan sonra şunu fark ettim, bu tuhaf kurmaca dünyayı yaratabiliyorum. Yazdıklarımı istediğim gibi değiştirip dönüştürebiliyorum. Yani aslında kendi başıma gelenleri başkasının başına gelmiş gibi, başkasının başına gelenleri de kendi başıma gelmiş gibi yazma yeteneğim ve hakkım var. Bu bir çeşit hediye gibi de bir şey. Senaryo sürecinde bu çok işime yaradı. Üç Maymun’da işini iyi bilen, yeterince yol almış bir yönetmenle başlamış olmak benim için bir şanstı tabii. Nuri Bilge Ceylan senaryo yazımı sırasında başıma gelebilecek şeyleri fark etmemi sağladı. Mesela çok basit bir şeyin tuzağını ben onun sayesinde fark ettim. İlk akla gelen şeyden vazgeçmek. Bu bir klişe tuzağıdır, normal gelir ve coşkuyla bağırırsınız. Bir şey bulmuş gibi ama sonra fark edersiniz ki bu zaten ilk akla gelen şey. Ondan hızla vazgeçerseniz, yazdıklarınız ve düşündükleriniz daha verimli hale dönüşür.
“Bütün senaryo yazma süreçlerimin asılda benim için ciddi okuma süreçleri olduğunu da söylemeliyim. Senaryo yazarken tıkandıkları yerlerde ya da aksamaya başladığını, genişlemenin durduğunu fark ettikleri yerlerde, herhangi bir kitap olabilir fark etmez mutlaka tekrar yeniden okumaya dönsünler. Okudukları bir cümle, herhangi bir roman, bir hikâye olabilir mutlaka okusunlar. Okudukları zaman tekrar yeniden o tıkanan yerin açıldığını fark edeceklerdir.”
Söyleşi: Dr. Selin Kiraz
Yazı: Büşra Özbakan (İAHA)