Son yıllarda kadın ve şiddet sözcükleri medyada sıkça yan yana gelmeye başladı. İstatistiklere baktığımızda 2019 yılında 299 kadın öldürüldü. Türk kamuoyu kadına yönelik şiddetin nasıl azaltılacağını tartışmaya devam ediyor, hatta idam cezasının da gelmesini istiyor. Biz de konuyu Ceza Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fatih Selami Mahmutoğlu ve Avukat Zeynep Mahmutoğlu ile görüştük.
Uzmanlık alanınızın ceza hukuku olması nedeniyle ele aldığımız bu konu açısından mevzuatımızdaki düzenlemelere genel olarak değinebilir misiniz?
Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri esas itibariyle hukuki bir sorun olmakla birlikte psikolojik ve sosyolojik açıdan da konunun ele alınmasını zorunlu kılar. Kendi alanımızın ceza hukuku olması nedeniyle önce kadına yönelik suçlar açısından ve özel olarak kadınların korunduğu düzenlemeler bakımından bir değerlendirme yapmak, devamında ise bu tür suç teşkil eden davranışların nedenleri üzerinde durmak kanımızca daha isabetli olur. Bu kapsamda mevzuatımıza baktığımızda ilk planda Türk Ceza Kanunu’ndaki düzenlemelerden söz etmek ve ilgili yerlerde İstanbul Sözleşmesi ile 6284 sayılı Ailenin Korunması Ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunu’na değinmek metodolojik olarak daha uygun olacaktır.
Öncelikle belirtmeliyiz ki, ceza yasalarında yer alan suçların tüm mağdurları kanun koyucu bakımından dikkate alınır ve eşitlik kuralı gereğince ilkesel olarak mağdurlar arasında fark gözetilmez. Ancak bazı düzenlemelerde çocuk, beden ve ruhsal olarak kendine yetemeyecek durumda olanlar, kadınlar özel olarak suç tipinin nitelikli halleri içerisinde yer alırlar ve fail ya da failler açısından daha ağır yaptırımlar öngörülür. Mesela kasten öldürmenin “çocuğa ya da beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı” (TCK m. 82/1-e), kasten yaralama (TCK m. 86/3-b), veya cinsel saldırı (TCK m. 102/3-a) suçunun “beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı” işlenmesi halleri.
Özel olarak kadına yönelik şiddet içeren suçlar bakımından hemen akla gelenler ise kasten öldürmenin gebe kadına karşı işlenmesi (TCK m. 82/1-f), kasten yaralamanın gebe kadına karşı işlenmesi sonucunda çocuğunun vaktinden önce doğmasına (TCK m. 87/1-e) veya düşmesine sebep olma (TCK m. 87/2-e), gebe kadına karşı işkence ( TCK m. 94/2-a), gebe kadına karşı eziyet(TCK m.96/2-a), çocuk düşürtme(TCK m.99) ve aile hukukundan kaynaklı yükümlülüğün ihlali ( TCK madde 233/2).
Şüphesiz herkese yönelik işlenebilen suçlar içerisinde mağdur kadın olarak da karşımıza çıkabilir buna ilişkin sınırsız örnek vermek mümkünse de buna gerek yoktur. Sadece hatırlatmak isteriz ki, cinsel saldırı, cinsel taciz, cebir, şiddet gibi suçların mağdurunun yüksek oranda kadınlar olduğu görülmektedir.
Bu genel girişten sonra kadına yönelik işlenen suçlar arasında en ağır mağduriyete neden olan insan öldürme suçu bakımından Türk Ceza Kanunu’nu hangi düzenlemeleri içermektedir?
Türk Ceza Kanunu’nda hayata karşı suçlar bölümünde yer alan kasten öldürme suçu 81.maddede yer almaktadır. Suçun basit şekli bir insanın kasten öldürülmesine ilişkin tarif ve yaptırımı içermektedir. Buradaki yaptırım bizim sistemimizde öngörülen en ağır yaptırımlardan bir tanesi müebbet hapis cezasıdır. İlgili Kanunun 82.maddesinde ise nitelikli haller yer almakta ve yaptırım infaz hukuku kapsamında daha ağır sonuçları içeren ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası öngörmektedir. Konumuzun kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri olması nedeniyle bu nitelikli hallerin bir kısmına değinmek gerekir: Canavarca hisle veya eziyet çektirerek (TCK m. 82/1-b), gebe olduğu bilinen kadına karşı (TCK m. 82/1-f), kan gütme saikiyle (TCK m. 82/1-j), töre saikiyle (TCK m. 82/1-k). Bu nitelikli hallerin tamamı bu röportaj konusuyla doğrudan bağlantılıdır.
İnsan öldürme suçundaki kan gütme ile töre saikinden ne anlaşılması gerekmektedir?
“Kan gütme saiki” ve mevzuatımızda ilk defa yer alan “töre saiki” kavramları TCK m. 82’de kasten insan öldürme suçunun nitelikli halleri olarak düzenlenmiştir ama kanunda bu kavramların tanımlarına yer verilmediğini görüyoruz. İki ayrı kavram kullanıldığı için kısaca ne anlaşılması gerektiğine değinmek gerekir.
Kan gütme saiki, daha önceden yaşanmış ve ölümle sonuçlanmış bir olay sonrasında intikam alma duygusu ve bir görev bilinciyle failin önceki suçun failini veya onun mensubu olduğu grup ya da aileden birisini öldürmesi olarak tanımlanabilir. Yargıtay kararlarına baktığımızda, ilk olay ile ikinci olay arasında ilk suçun doğurduğu elem ve infialin geçmesi bakımından çok kısa olmayan bir sürenin geçmesi, daha sonra geleneklerin etkisi ile bir görevi yerine getirme istek ve bilinciyle hareket edilmiş olmasının arandığını görüyoruz.
Töre saiki ise aile meclisi tarafından alınan bir karara dayanarak deyim yerindeyse namus temizlemek amacıyla insan yaşamına son verilmesi şeklinde anlaşılabilir. Fail bir töreyi yerine getirmek adına hareket eder. Bu kavramlar tartışmalıdır. Ayrıca hatırlatmak isteriz ki, somut olayda bu olgular bir arada bulunabilmektedir. Kamuoyunda kan gütme, töre ve namus cinayetleri zaman zaman farklı zaman zaman aynı anlamda kullanılabilmektedir.
Bu tür düzenlemelerin ceza kanunlarında yer alması birtakım zorluklara neden olmakta mıdır?
Hemen ifade etmeliyim ki, bu türden düzenlemeler daha açık bir ifadeyle sosyolojik kavramların ceza kanunlarında yer alması suçta kanunilik ve bunun hukuki sonuçları arasında yer alan belirlilik ilkesi açısından sorun yaratmaktadır. Bu kanunun hazırlanması sırasında zaman zaman katıldığımız toplantılarda ve TBMM’de bu konudaki fikirlerimizi söylemiştik. Ancak ülkemizde töre esaslı ve yine belirli toplulukların kolektif iradesi ile işlenen değim yerindeyse aile ya da daha geniş çerçevede aşiret gibi toplulukların iradesiyle kan gütme saiki gözetilerek işlenen cinayetler kanun koyucuyu bu tür düzenlemeler yapmaya mecbur bırakmıştır.
Bu tür cinayetlerde sanıkların genel olarak ortaya koymaya çalıştıkları bir savunma modeli ile karşı karşıya kalınıyor. Daha açık bir deyişle “namusun temizlenmesi”, “onurun korunması” gibi, bu savunmalar bir ceza indirimine sebep olabilir mi?
Bu son derece güzel bir sorudur. Önce ceza kanunumuzdaki haksız tahrik hükmüne kısaca değinmek gerekir. Türk Ceza Kanunu m. 29’da bir fiilin meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında suç işlenmesi durumunda ceza sorumluluğunu azaltan bir düzenlemeye yer verilmiştir. Meydana gelen hiddet veya şiddetli elemin “haksız bir fiil” sonucu ortaya çıkması gerekmektedir. Haksız fiil terimi ise bir davranışın hukuk düzenince tasvip edilmediği anlamını taşımaktadır. Bu noktada bir prensibi hatırlatmakta fayda var. Yasa koyucu bir olguyu cezanın artırılması hali olarak öngördüyse, buradan hareketle aynı durum bir indirim nedeni olarak kabul edilemez ve sanıklar bu indirimden yararlanamaz. Kasten insan öldürme suçuna baktığımızda kan gütme saiki (TCK m. 82/1/k) ile töre saikinin (TCK m. 82/1/j) nitelikli haller arasında sayıldığı görülmektedir. Dolayısıyla, cezanın artırılması hali olarak öngörülen kan gütme saiki veya töre saikiyle bir insanın yaşamına son verilmesi halinde haksız tahrik hükümleri uygulanmaz.
Kaldı ki, kan gütme ve töre saiki dışında da bu tür eylemler söz konusu olabilir. Sözgelimi yaş küçüklüğü nedeniyle bir kız çocuğunun bir başkasıyla ilişkisi hukuken çocuğun mağdur olması anlamına gelmektedir, böyle bir durumda mağdur olan kız çocuğuna yönelik insan öldürme suçunda, failde ortaya çıkan öfke yine haksız tahrik için yeterli bir gerekçe değildir. Bu husus önemlidir. Daha dramatik bir örnek vermek gerekirse, kız çocuk ya da kadın fuhuş suçuna yönlendiriliyorsa bu suçun mağduru yine bu kişilerdir. Özetle, failler haksız tahrik hükümlerinden faydalanamazlar, bizler tarafından bilinen bu durumun tekrarlanmasında fayda görmekteyim.
Kamuoyunda da sıkça dile getirilen ve yukarıda değindiğiniz İstanbul Sözleşmesi’ne ana hatları ile değinir misiniz? Uygulamada karşılaşılan sorunlar var mıdır? Özellikle de namus cinayetleri bakımından bir düzenleme içermekte midir?
Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi) 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzalanmış, yürürlük maddesi gereğince 10 ülkenin onaylaması sonrasında 01 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Sözleşme kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddet ile mücadele bakımından oldukça kapsayıcı ve ileridir.
İstanbul Sözleşmesi kapsamında kadına yönelik şiddet konusunda önleme, koruma, kovuşturma ve şiddeti ortadan kaldırma hususlarında taraflara gerekli yasal tedbirleri alma hususunda çeşitli yükümlülükler getirilmiştir. Sözleşme öncesinde Türkiye’de kadına yönelik şiddete yönelik çalışmalar yapılmış, Türkiye’de aile içi şiddetin bir sorun olduğunun kabulü olarak 4320 sayılı Kanun yürürlüğe girmiş olsa da çeşitli sebeplerden amacına ulaşamamış, eleştirilmiştir. İstanbul Sözleşmesi ve kadına yönelik şiddetin ortadan kaldırılması konusunda artan hassasiyet sonucunda ise ilgili mevzuatta yenilikler yapılması gündeme gelmiştir. 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun da İstanbul Sözleşmesi ve diğer kanuni düzenlemeler göz önünde bulundurularak, var olan eksiklikleri gidermek amacıyla kaleme alınmıştır. 2012 senesinde yürürlüğe giren 6284 sayılı Kanun’a baktığımızda daha önce bu yönde düzenlenmiş olanlardan daha ileride ve amaca uygun olduğu söylenebilir ancak eksik kısımları olduğunu da belirtmeliyiz.
Bilindiği üzere, Anayasa’nın 90. Maddesi uyarınca usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir ve ulusal kanunlar ile milletlerarası antlaşmaların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınacaktır. Dolayısıyla, artık bir yasal düzenleme haline gelen İstanbul Sözleşmesi’nde yer alan kadına karşı ve ev içi şiddeti önlemeye yönelik yükümlülüklerin gereği gibi yerine getirilerek, kadına yönelik şiddet ve şiddetin muhtemel sonuçlarının önüne geçilmesi, şiddete maruz kalan kişiler bakımından ise onarıcı, destekleyici düzenlemeler esas alınmalıdır.
Konumuza dönecek olursak, Sözleşme sözde namus adı altında işlenen şiddet suçları bakımından bir düzenlemeye yer vermektedir. Sözleşmenin 42.maddesinin ilk fıkrası taraflara, söz konusu eylemlerden sonra başlatılan ceza davalarında kültür, töre, din, gelenek veya “sözde namus” un gerekçe olarak öne sürülmesinin önlenmesi; ikinci fıkra ise taraflara “… herhangi bir şahsın bir çocuğu söz konusu eylemi gerçekleştirmeye kışkırtmasının, yapılan eylemlerle ilgili olarak söz konusu şahsın cezai sorumluluğunu ortadan kaldırmasının önlenmesini temin etmek üzere gerekli yasal veya diğer tedbirleri” alma yükümlülüğü getirmiştir. Az önce de açıklandığı üzere, Türk Ceza Kanunu kan gütme veya töre saiki ile kasten insan öldürme suçunun işlenmesi durumlarında daha ağır yaptırımlar öngörmektedir. Bu sebeple Sözleşme ile paralel olarak, kasten insan öldürme suçunun “sözde namus” adı altında işlenmesini bir gerekçe olarak kabul etmemiş, aksine cezayı ağırlaştırıcı bir sebep olarak düzenlenmiştir.
Kadın cinayetleri söz konusu olduğunda sizce Türk Ceza Kanunu’nda yer alan yaptırımlar yeterli midir? Kamuoyunda dillendirilen idam cezası daha caydırıcı bir rol oynayabilir mi?
Bence yaptırımlar yeterlidir. İdam cezasının ilave bir katkısı olacağını düşünmemekteyim. Kaldı ki, idam cezasına karşı bir insan olarak bu öneriyi doğru bulmadım. İdam cezasının yürürlükte olduğu dönemlerde ne terör eylemleri önlenebilmiştir ne de diğer suçlar. Zaten ceza kanunları toplumun sorunlarını çözmekte bir araç olarak görmek sorun ve sorunlarımızı anlamamak demektir. Öncelikle bu suçların işlenmesinin altında yatan sosyolojik, kültürel, ahlaki sorunlara odaklanılması, bunlar üzerinden kadına yönelik gerçekleşen şiddet eylemlerini önlemeye yönelik tedbirlere başvurulması gerekir. Eğer suçun oluşumu engellenememiş ise halihazırda var olan yaptırımların gereği gibi uygulanması, sonrasında ise söz konusu kişilerin gözetim ve denetim altında tutulması, bu suçları tekrar işlememeleri açısından topluma yeniden kazandırılmaları gerekir.
O zaman sizce sorun nedir?
Sadece ülkemize özgü olduğunu düşünmemekle birlikte özel olarak gözlemlediğim birkaç husus üzerinde durmak isterim. Bunlardan ilki şiddet kültürüne ilişkindir. Şu anda size garip gelebilir, Türkiye’de 50 yaş üzeri insanlar geçmişe yönelik anıları arasında gariptir ama biraz da tebessümle maruz kaldıkları şiddeti anlatırlar. Örneğin, ilkokul, ortaokul ve lise yıllarında öğretmenler tarafından uygulanan şiddet sohbet konusudur. Karakollarda kişilere uygulanan şiddet ve işkence resmi kayıtlara geçmiştir. Aile içerisinde anne ve baba tarafından uygulanan şiddet bilinmektedir. Erkeklerin askerlik anıları içerisinde komutanları tarafından atılan dayaklar maalesef gülerek anlatılır. Bu husus daha ciddi ele alınarak psikolojik ve sosyolojik açılardan ele alınarak tartışılmalıdır.
Diğer husus kadın-erkek eşitliği ya da eşitsizliği üzerinedir. Nedenleri herkese göre nispi olmakla birlikte yasalar önündeki eşitlik kuralı fiilen geçerli değildir. Daha açık ifadeyle, kadınlar aleyhine bir eşitsizlik söz konusudur. Cumhuriyetimizin kurulması ile birlikte kadınlarımızın eğitim ve öğrenim hayatına katılması, dolayısıyla meslek sahibi olmaları, para kazanmaları bu fiili durumu kısmen azaltmışsa da yeterli olamamıştır.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin geldiği noktada erkek dünyasında kadının adeta mülkiyet konusu yapılması en derin problemi oluşturmaktadır. Eğitimli veya eğitimsiz fark etmez, bu kültürel kodlar çoğu insanda vardır. Adeta sosyal ve genetik diyebileceğimiz aktarımlarla varlığını sürdürmektedir. Dolayısıyla, öncelikle eşitsizliğin varlığını oluşturan ve devam ettiren bu değerlerin ve toplumsal zihniyetin değişmesi zaruridir. Bu konuda başta Devlet olmak üzere herkesin üzerine düşen yükümlülükler vardır. Konumuz kadınlar tarafından -az sayıda da olsa- uygulanan şiddet veya cinayet olmadığından erkekler üzerine yaptığımız bu tespitler kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerinin temelini oluşturmaktadır.
Çözüm önerileriniz var mıdır? Varsa bunlar nelerdir?
Tabii ki her yurttaş gibi benim de bir bilinen önerilerim vardır: Eğitim, öğretim, birey olma, özgürleşme gibi ancak bizim toplumumuzda gördüğüm en büyük sıkıntı sorunları gizlemek ya da gereği gibi ortaya koymadan yüzeysel tartışmaktır ve ne yazık ki, çoğu zaman bu tartışmaların kadınların olmadığı platformlarda yapılmasıdır. Toplumsal bir sorun olduğu aşikar olan kadına karşı şiddetin altında yatan sebepleri anlamaya uğraşmaksızın çözüm getirmeye çalışmak kalıcı ve yapıcı olmayacaktır.
Öncelikle toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizliğin varlığının, bunun toplumsal bir sorun olduğunun kabulü gerekir. Bu sorunu çözmeye yönelik çalışmalar yürütülmeksizin kadına karşı kadın olmasından ötürü işlenen suçların azalması veya sona ermesi söz konusu olmayacaktır. Eşitsizlikle mücadele edilirken de şiddet mağdurlarının kendilerini güvende hissedebilecekleri maddi, manevi ve hukuki güvenceler sağlanması şarttır. Ayrıca verilecek destek ile hizmetlerin de adil, eşitliğe uygun, etkili ve süratli olması gerekir. Bu iki mücadele beraber yürütülmediği sürece kadına karşı şiddet ve kadın cinayetlerinin azalması beklenemez.
Bununla birlikte, hukuki anlamda söylemiyorum, sosyolojik anlamda tüm sorunlarımızın çözümünde itiraf ya da etkin pişmanlık sürecinin başlatılması gerektiğine inanırım. Kişilerin suç işlemelerindeki amaç, onları bu eylemlere sürükleyen her türlü sebep dikkate alınarak yapılacak çalışmaların suç işleme oranlarına etki edeceğini düşünüyorum.
Medyanın kadına yönelik eylemler konusundaki tutumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kitle iletişim araçları üzerinden bu ve benzeri olayları kamuoyuyla tabii ki paylaşılmalı, kullanılan dile dikkat edilmelidir. Ancak çoğu zaman kadına karşı şiddet olayları ve kadın cinayetleri söz konusu olduğunda haber kanallarının, gazetelerin ve sosyal medya üzerinden yapılan haber içerikli yayınların veriliş şeklinin ve kullanılan dilin hatalı olduğunu görüyoruz. Özellikle yer, zaman ve kadının kıyafeti üzerinden yapılan yorumlar neredeyse bu türden şiddet eylemlerini deyim yerindeyse mazur gösterme anlamına gelebilmektedir. Bu tür yayınlardan kesinlikle kaçınılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, bu bakış açısı kadına yönelik başta cinsel saldırılar olmak üzere diğer suç teşkil edici davranışları da neredeyse normalleştirmekte sanki kadının bunu hak ettiği yargısını oluşturmaktadır.
Bununla birlikte, yargılama süreçlerine etki etmemeye özen gösterilmesi, kişilerin masumiyet karinelerine dikkat edilmesi gerekir. Yargı kararlarının takip edilmesi, ortaya çıktıktan sonra eleştirilmesi son derece doğaldır. Kısacası haber verme ve konunun takipçisi olma, hukuki hatalar ortaya çıktığında eleştiri hakkını kullanma gereklidir. Bazı haber başlıklarında ise yargılama sona ermeden çok kuvvetli vurgularla ve kınamak suretiyle bu olayların konu edildiğini görüyoruz. Kanaatimce bu tarz haberlerin temel sebebi adalete olan güvenin azalmış olması ve yargılama süreçlerinin kamuoyu baskısı olmaksızın yürümeyeceği düşüncesidir. Tekrar vurgulamam gerekirse, hangi gerekçe olursa olsun kitle iletişim araçları ile yapılan yayınlarda şüpheli ve sanık hakları gözetilmelidir.
Şüphesiz bu yayınlarda mağdur haklarına özel olarak riayet edilmelidir. Haberlerde kimliğin açık olarak verilmesi, yoğun olarak tekrarlanması, fotoğrafların kullanılması başkaca mahsurlara neden olabilmektedir. Mağduru göz etmeye yönelik yasaların öngördüğü düzenlemelere uygun davranmanın yanı sıra bir otokontrolün mevcudiyetinde de büyük fayda vardır.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nda şiddet mağduru veya şiddet mağduru olma tehdidi altında olan kadınları korumaya, desteklemeye yönelik özel düzenlemeler var mıdır?
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 234. maddesinde soruşturma ve kovuşturma evresindeki mağdur hakları ayrı ayrı sayılmış, çocukların mağdur olduğu durumlara ilişkin özel düzenlemelere yer verilmiştir. Kanaatimce 2005 yılında mevzuatımıza giren bu düzenleme son derece isabetlidir. Konumuz ile ilgisi bakımından örnek vermek gerekirse, soruşturmada veya kovuşturmada cinsel saldırı suçu mağdurunun vekili bulunmaması halinde, baro tarafından kendisine avukat görevlendirilmesini isteme hakkı vardır. [CMK m. 234/1-a(3), 2-b(5)] Yine Ekim 2019’da yapılan değişiklik ile mağdurların korunması bakımından ilave koruyucu düzenlemeler getirilmiştir, özellikle de çocuklar açısından getirilen kurallar yerinde olmuştur. Ancak ülkemizdeki bazı sorunların yasalardan kaynaklanmadığını da hatırlatmak isterim. Kurumlarımızın gereği gibi işletilememesi yasalardaki koruyucu hükümlerin kağıt üzerinde kalmasına neden olabilmektedir. Bizzat takip ettiğim bir dosyada cinsel istismara uğradığı iddia edilen bir küçük gerek ceza yargılaması süreci gerekse boşanma davası kapsamında yedi kez uzman kişilerin ya da heyetlerin huzuruna çıkarılmış böylelikle süreç tamamlanmadan küçük neredeyse işlemeyen bu sistemin başka bir istismarına maruz kalarak 4 yıl içerisinde kurduğu cümlelerle yetişkin hale getirilmiştir.
Her ne kadar CMK’ de yargılama öncesinde ve sırasında belli başlı düzenlemelere yer verilmiş ise de yargılama sonunda mağdurlara yönelik herhangi bir koruyucu, tedavi edici veya destekleyici düzenlemeye rastlanılmamaktadır. Bu bağlamda Çocuk Koruma Kanunu’na kısaca değinmek isterim. 03/07/2005 tarihli ve 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu hem suça sürüklenen hem de mağdur çocukları dikkate alarak birtakım koruyucu ve destekleyici tedbirlere yer vermiştir. Şayet şiddete maruz kalan bir kız çocuğu varsa anılan kanunun 5.maddesindeki koruyucu ve destekleyici tedbirlerden yararlanabilecektir.
Peki, 6284 Sayılı Kanun şiddet mağdurlarını koruyucu ve şiddeti önlemeye yönelik düzenlemeler içermekte midir?
İlgili Kanunda koruyucu ve önleyici tedbirler 3.madde ve devamında ayrıntılı olarak sayılmıştır. Buna göre 6284 Sayılı Kanun ile mülki amirler tarafından barınma yeri sağlanması, geçici maddi yardım yapılması, psikolojik, mesleki, hukuki ve sosyal bakımdan rehberlik ve danışmanlık hizmeti verilmesi, hayati tehlikenin söz konusu olduğu hallerde geçici koruma altına alınması, belli şartlar altında korunan kişinin çalışma yaşamına katılımını desteklemek amacıyla varsa çocuklarına kreş imkânı sağlanması gibi koruyucu tedbir kararları alınabilecektir. Delil ve belge aranmaksızın bu koruyucu tedbirlere karar verilebilmesi önemlidir. Diğer önemli nokta ise gecikmesinde sakınca bulunan hallerde madde içerisinde belirtilen bazı tedbir kararlarının kolluk amirlerince de alınabilecek olmasıdır. Ancak kolluk amiri evrakı en geç kararın alındığı tarihi takip eden ilk işgünü içinde mülki amirin onayına sunacak, 48 saat içinde onaylanmayan tedbirler kendiliğinden kalkacaktır.
Benzer şekilde hakim tarafından gerekli hallerde korunan kişiler ile ilgili olarak işyeri değişikliği, kişinin evli olması halinde müşterek yerleşim yerinden ayrı yerleşim yeri belirlenmesi, şartlar sağlandığı takdirde Türk Medeni Kanunu uyarınca tapu kütüğüne aile konutu şerhi konulması, korunan kişi bakımından hayati tehlikenin bulunması ve bu tehlikenin önlenmesi için diğer tedbirlerin yeterli olmayacağının anlaşılması halinde ve ilgilinin aydınlatılmış rızasına dayalı olarak Tanık Koruma Kanunu hükümlerine göre kimlik ve ilgili diğer bilgi ve belgelerinin değiştirilmesi yönünde koruyucu tedbir kararları verilebilecektir.
Şiddet uygulayanlarla ilgili olarak ise Hakim tarafından 5.maddede sayılan önleyici tedbirlerden birine veya birkaçına ya da uygun görülen benzer tedbirlere karar verilebilecektir. Söz konusu bu tedbirler şiddet mağduruna yönelik olarak şiddet tehdidi, hakaret, aşağılama veya küçük düşürmeyi içeren söz ve davranışlarda bulunmaması, müşterek konuttan veya bulunduğu yerden derhâl uzaklaştırılması ve müşterek konutun korunan kişiye tahsis edilmesi, korunan kişilere, bu kişilerin bulundukları konuta, okula ve işyerine yaklaşmaması, çocuklarla ilgili daha önce verilmiş bir kişisel ilişki kurma kararı varsa, kişisel ilişkinin refakatçi eşliğinde yapılması, kişisel ilişkinin sınırlanması ya da tümüyle kaldırılması, gerekli görülmesi hâlinde korunan kişinin, şiddete uğramamış olsa bile yakınlarına, tanıklarına ve kişisel ilişki kurulmasına ilişkin hâller saklı kalmak üzere çocuklarına yaklaşmaması, korunan kişinin şahsi eşyalarına ve ev eşyalarına zarar vermemesi, korunan kişiyi iletişim araçlarıyla veya sair surette rahatsız etmemesi, bulundurulması veya taşınmasına kanunen izin verilen silahları kolluğa teslim etmesi, silah taşıması zorunlu olan bir kamu görevi ifa etse bile bu görevi nedeniyle zimmetinde bulunan silahı kurumuna teslim etmesi, korunan kişilerin bulundukları yerlerde alkol ya da uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanmaması ya da bu maddelerin etkisinde iken korunan kişilere ve bunların bulundukları yerlere yaklaşmaması, bağımlılığının olması hâlinde, hastaneye yatmak dâhil, muayene ve tedavisinin sağlanması, bir sağlık kuruluşuna muayene veya tedavi için başvurması ve tedavisinin sağlanması şeklinde sıralanmıştır. Yine gecikmesinde sakınca bulunan hallerde madde içerisinde belirtilen bazı tedbir kararları kolluk amirlerince alınabilecek ancak kolluk amiri söz konusu evrakı en geç kararın alındığı tarihi takip eden ilk işgünü içinde hâkim onayına sunacaktır. 24 saat içinde hâkim tarafından onaylanmayan tedbirler kendiliğinden kalkacaktır.
Ayrıca şiddet uygulayan kişi ailenin geçimini sağlayan veya katkıda bulunan kişi ise 4721 sayılı Kanun hükümlerine göre nafakaya hükmedilmemiş ise hâkim tarafından, şiddet mağdurunun yaşam düzeyini göz önünde bulundurularak talep edilmese dahi tedbir nafakasına hükmedilebilecektir.
6284 sayılı Kanun ile şiddetin önlenmesi ile koruyucu ve önleyici tedbirlerin etkin olarak uygulanmasına yönelik destek ve izleme hizmetlerinin verildiği, çalışmalarını yedi gün yirmi dört saat esasına göre yürüten şiddet önleme ve izleme merkezlerinin kurulması da öngörülmüştür. Bu merkezlerin verecekleri destek hizmetleri de korunan kişiye barınma, geçici maddi yardım, sağlık, adli yardım hizmeti gibi, ilgili Kanunun 15.maddesinde ayrıca sayılmıştır.
Son olarak ne söylemek istersiniz?
Hem ülkemiz açısından hem de tüm insanlar açısından barış ve huzur içinde bir yaşam diliyorum. Aslında bu soruyu sorduğunuzda vermiş olduğum bu klasik cevabı herkes özü itibariyle aynı ama farklı cümlelerle ifade edebilmektedir. Bu nedenle yöneltmiş olduğunuz soruya karşı ben de sizlere ve tüm okuyuculara şu soruları yöneltiyorum: Neden savaşlar hiç ara verilmeksizin sürdürülmekte? Neden buna bağlı olarak silahlanma devam etmekte? Neden bitmez tükenmez mülkiyet kavgaları hüküm sürmektedir? Bu genel tablonun nedeni ve sonuçları üzerinde düşünmek ve bireylerin tatmin edilmez egemenlik kurma, mülkiyetini arttırma, sınırsız isteklerini kontrol edememe gibi vasıflarının sorgulanmasında ve dürüstçe cevaplandırılmasında yarar görmekteyim.
Haber: Gülcan Çelikkıran Fotoğraflar: Enes Yazıcı (İAHA)