İLETİŞİMİN ÇINARI HIFZI TOPUZ

Türkiye’de akademik anlamda gazeteciliğin duayenidir Hıfzı Topuz.  Son zamanlarda tarihi romancılığıyla ön plana çıksa da, Türkiye’de iletişim çalışmaları konusundaki girişimleri, arşivciliği ve koleksiyonculuğuyla da bir öncü.

Yerde el dokuması kilimler, kitaplıklarla kaplı duvarlar, masklar ve biblolarla dolu çalışma odasında güler yüzüyle karşılıyor bizi Hıfzı Topuz. Duvarlarda duayen gazetecinin göz bebeği gibi baktığı  Fikret Muallâ, Ali Atmaca ve Nejad Devrim gibi yakın dostlarının zaman içerisinde hediye tabloları. Yılların izini taşıyan odasında sandalyelerimize yerleşip ses kayıt cihazımızın düğmesine basıyoruz.

Duayen gazeteci konuşmasına unutamadığı röportajlarını anlatarak başlıyor.

Röportajı çok seviyordum. İlginç röportajlar yaptım. Unutamayacağım röportajlarım var. Bunları çok kullandım hayatım boyunca. Biri Atina’da Trikopis ile yaptığım röportajdı. Atina’ya gitmiştik, 1952’de Vali Fahrettin Kerim ve bir – iki gazeteci. Büyükelçi Ruşen Eşref Ünaydın idi. Ruşen Eşref, bizim için bir resepsiyon verdi. Davetliler vardı, bana birini tanıttılar; General Trikopis. ‘Siz, Kurtuluş Savaşı’nda Başkumandan, Yunan Kumandanı değil misiniz,’ dedim. ‘Evet, benim,’ dedi. ‘Aman! Sizinle konuşmak isterim,’ dedim. ‘Hay hay olur, yarın evime gel’ dedi. Öbür gazeteciler bunun hiç farkına varmadılar. Kimse tanımadı. Ertesi gün evine gittim. Bana Atatürk’ü anlattı. İstiklal Savaşı’nda nasıl yenildiğini anlattı. Atatürk’ün gösterdiği sıcaklığı anlattı. Bunları yazdım, unutamam. Trikopis, savaş bittikten sonra Yunanistan’a dönüyor, Türk-Yunan Dostluk Cemiyeti’nin Başkanı oluyor. Türkiye’yi çok seven bir adamcağızdı. Diğer bir unutamadığım röportajım Fransa’da şair Prever ile yaptığım röportajım. Unutamam. İsmet Paşa ile yaptığım röportajı unutamam. ‘Cumhuriyeti Kuranlar’ adında bir dizi röportaj yaptım, hepsi önemli insanlardı. TRT’de haftalık konuşmalar yaptım.”

Odanın tek penceresinden içeriye sızan güneş ışığı kağıt kokulu odanın içine yayılıyor. Hıfzı Topuz ilk gazetecilik yıllarına gidiyor.

”Gazeteci olmayı daha öğrenciyken kafama koymuştum. O zaman Tasvir’e gitmiştim. O dönem Cihat Baban başındaydı. Cihat, ‘hemen başla’ dedi. Stajyer olarak ertesi gün başladım işe. Vali Lütfi Kırdar’ın Topkapı Sarayı’nda bir basın toplantısı vardı, oraya gittim ilk iş olarak. Orada bütün başyazarları, gazetecileri gördüm, tanıdım. Heyecanla yazdım. Ertesi gün bekliyorum, gazetede hiçbir şey çıkmadı. O dönemde yazı işleri müdürü Tekin vardı, onu gördüm: ‘Okumayız  bile, hele 6 ay geçsin ondan sonra,’ dedi. Sonra Akşam Gazetesi’ne gitti, anlaştık. 50 lira aylık, o zaman asgari ücret 90 liraydı. Ben 50 liraya razı oldum. Ertesi ay aylığımı 70 liraya çıkarttılar. İki ay sonra 90 lira oldu. Yani asgari ücreti buldum. Ondan sonra da İstihbarat Şefi oldum. İstihbaratı çok seviyordum.”

Akşam gazetesinde başlayan gazeteciliğini, Beyoğlu muhabirliğini ve Fransa macerasını bir çırpıda anlatıveriyor. Söz dönüp dolaşıp Strasbourg Üniversitesi’nde devletler hukuku ve gazetecilik alanlarında yüksek lisans ve gazetecilik alanındaki doktorasına geliyor.

İşsizdim bir gün, bir telefon geldi. ‘Bir seminer var Strasbourg’da oraya katılır mısın?’ dediler. ‘Tabii’ dedim. Üç aylık bursla Strasbourg’a gittim. Starsbourg’da ilk defa gazetecilik eğitim semineri toplanıyormuş. UNESCO böyle bir şeye öncülük yapmış. Gazetecilik hocalarını çağırmışlar. Ben de o zaman işsizlik döneminde, 2 yıllık eğitim veren İstanbul’daki İktisadi Ticari İlimler Akademisi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu‘na gazetecilik öğretim üyesi olarak katıldım. Oradaki çevre beni çok ilgilendirdi.

Akıcı konuşması bizi çok şaşırtmıştı. Masasının üstünde çalışmakta olduğu son romanın notları duruyordu. İşlek el yazısıyla yazıyordu romanlarını.

”Strasbourg’da uluslararası toplantılara katılıyor ve oldukça mahcup oluyordum. Çünkü bizden, Türkiye’de basın ve iletişim araştırmalarıyla ilgili kaynaklar isteniyordu. Kaynak yoktu!  Basın tarihi diye bir şey yoktu! Kaynak bulmakta güçlük çekiyordum. Sanırım bu beni teşvik etti. Türkiye’de basın çalışmaları diye bir şey yoktu. İstanbul Üniversitesi’nde iki senelik bir Basın Yayın Meslek Okulu vardı. Buraya girenler, gazetede çalışıp da yüksek tahsil diploması almak isteyenlerdi. Okulda ders verecek kimse yoktu. Genel kültür dersleri ağırlıkla ele alınırdı, meslek dersleri zayıftı. Gelen hocalar anılarını anlatıyorlardı.”

Strasbourg’da iletişimcilerle beraber çalışmak Hıfzı Topuz’a ilham kaynağı olur. 1958’de UNESCO’da bir görevin boşaldığını duyar ve 80 kişinin başvurduğu kadroya girer. Türkiye’de iletişim çalışmaları macerası da böylelikle başlar.  Hıfzı Topuz, UNESCO’dan aldığı destekle Türkiye’deki akademik iletişim sorununa faydalı olabileceği düşüncesiyle üniversite bünyesinde bir çalışma yapmak ister. Ankara’ya gittiğinde Ankara Gazeteciler Cemiyeti üyelerinin de kendisiyle benzer fikirlere sahip olduğunu görür ve Ankara’daki bütün üniversitelerle temasa geçer. Konuya en sıcak bakan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi olur. Topuz, UNESCO’dan aldığı destekle Türkiye’ye torpil yaptığını her fırsatta vurguluyor.

”UNESCO’da gazetecilik eğitiminden sorumlu olarak işe başladım. Amaç bütün ülkelerdeki gazetecilik eğitimini geliştirmekti. Ve Fransa’da bir mesleğin kurduğu gazetecilik yüksek okulu vardı Paris’te. Bir de papazların kurduğu okul ve bir iki de özel okul vardı ama onlar ciddiye alınmıyordu. Almanya’da, İtalya’da projeleri geliştirme vardı, Amerika’da çok gelişmişti. İngiltere’de meslek çerçevesi içindeydi. Toplantılar düzenlemeye başladık, bütün müdürleri çağırdık. Strasbourg’da senede iki defa toplantılar yapmaya başladık. Onların sorumlusu olarak çalışıyordum. Esas amaç iletişim eğitimini geliştirmekti, iletişim eğitim araştırmalarıydı. Paris’e gittiğim zaman UNESCO’ya girmeden evvel Paris’te dediler ki, ‘bir iletişim araştırmaları toplantısı var, Türkiye’den de sen katıl toplantıya’ katıldım. Bizim meşhur Bireysel Sözleşme Eylem Raporu (ICAR) öyle kuruldu. O toplantıdan hayatta kalan 45 kişiden bir ben kaldım.  Örgütün amacı dünyada iletişim araştırmalarını geliştirmekti. O dönemde sadece basın tarihi var, başka hiçbir şey yok. Basın işleviyle ilgili hiçbir şey yoktu. Gazete yazılarını yazmaya başladım. Araştırma olsun ayıp olmasın diye…”

Bizler bir zamanlar Hıfzı Topuz’un  girişimleri ve çabaları sayesinde, bugün daha sağlam temelleri olan iletişim fakültelerinde okuyoruz. Onun kendi ülkesinde iletişim araştırmalarının yerleşmesi için gösterdiği direniş, gazeteciliği akademikleştirmiş ve bu direniş daha sonra dünyada sefalet içindeki koskaca bir kıtaya, kara Afrika’ya yayılmıştır.

”Türkiye’de de UNESCO Genel Müdürü ile birlikte Ankara’ya gelmiştik 1963’te. Ankara’da da böyle bir fakülte kurulsun diye Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ne başvurulmuş. Kimler vardı? Metin Tuncer, Seyfettin Turan cemiyet başkanıydı. Birleşmiş Milletlerde benimsemiş öneriyi ve bize UNESCO’ya havale etmişler. UNESCO’da bu iş bana geldi, böyle bir talep var diye. Amman dedim! Ankara’yla ben ilgilendim. Tanıdığım Bahri (Prof.Dr. Bahri Savcı) vardı. Diğer tanıdıklarım, sevdiğim insanlar vardı, onlara danıştım, ‘ne yapalım diye.’ Basın Yayın Okulu böyle açıldı. Sonra Basın Yayın Okulu’ndan mezun olanlara altı aylık burs verdik.”

Bugünün öğretim elemanları Prof.Dr. Aysel Aziz, Prof.Dr. Oya Tokgöz o dönem bu burslardan yararlanmışlar. Hıfzı Topuz Ankara’ya özel bir ilgi göstermiş. Okulun açılması Türkiye’de bir örnek olmuş. Bu arada doktorasını da bitirmiş. Doktoranın konusu, ”Türkiye’de Türk Basını’nın Dış Haberleri.”

”Biz UNESCO olarak ülkelerin o zamanki dört büyük ajansa ihtiyaçları kalmasın istedik. Amerika’ya karşı, İngiltere’ye karşı, Fransa’ya karşı haberleşmede bir bağımsızlık sağlayalım dedik. Ulusal ajanslar kurdurduk. Bu iş Amerika’nın UNESCO’dan ayrılmasına kadar gitti.”

Hıfzı Topuz’un hayatına en çok etki eden insanları öğrenmek istiyoruz.

”Nazım Hikmet’i çok severim. Tevfik Fikret’i çok sevdim. Sabahattin Ali’yi çok sevdim. Orhan Kemal’i çok sevdim. Esat Mahmut’u çok sevdim. Belirli arkadaşlarımla her çarşamba toplanırdık, hala da toplanırız. Ama  artık ayda iki defaya çıkardık. Ali Sirmen, Turgay Olacayto, Niyazi Dalyancı gibi on arkadaşla hala bir araya geliyoruz.”

Hıfzı Topuz’a, Paris’i sormadan olur mu hiç.

”Paris’e heyecanla gittim, hayatım boyunca ben hep bağımsız kaldım. Hiçbir siyasi partiye girmedim, onunla da iftihar ederim. Hayatım boyunca bağımsız olmayı sevdim. Entelektüelliği bağımsız aydın saydım. Benim gibi çok sayıda insan var dışarıda hiçbir örgütten emir almıyor. Paris’te mitingleri, salon toplantılarını, kapalı mitingleri izliyordum ve çok heyecan duyuyordum. Paris yaşamında 1960’lı yıllardaki havayı şimdi görmüyorum. İş daha magazine döndü. O siyasal kaynama yok artık, 1967 olayları biraz canlandırdıysa da geri gelmedi. O zamanlar başka bir şeydi. O zaman hepimiz toplantılara atılıyorduk. Son dönemde Gezi Olayları bizi heycanlandırdı ama maalesef sonu gelmedi.”

Peki Hıfzı Topuz geriye dönüp baktığında hangi insanları, hangi mekanları özlüyor?

”Ah! Eski Paris diye ağlamıyorum. Olayları olduğu gibi kabul ediyorum. İstanbul, eski İstanbul değil; Paris, eski Paris değil ama ben bu gelişmeyi normal kabul ediyorum. Geçmişe ağlamıyorum hiçbir zaman, özlemini çektiğim insanlar var her zaman. Zaten şimdi 93 yaşındayım. Benim kuşağımdan kimse kalmadı artık. Ne benim eski meyhane arkadaşım Bedri Rahmi Eyupoğlu kaldı, benim çok sevdiğim, özlediğim.1976’da öldü. Ferruh Doğan çok iyi dostumdu, arkadaşlarımın hepsi öyleydi. Heycanımı paylaşacak kimse kalmadı. Bu biraz acı geliyor tabii ki.”

UNESCO ile Afrika’da gazetecileri yetiştirdi. Ve o yetiştirdiği gazeteciler de ona 50 yıl sonra ödül verdiler.

”Afrika’ya kırk kez gittim. Gittiğimde mask toplamaya başlamıştım. Afrika’ya dört uzman gönderecektik. Biri gazetecilik içindi. Kalktım Afrika’ya gittim. Bütün gazeteciler Belçika’lıydı. Bağımsızlıklarından sonra bütün Belçikalılar da dönmüşlerdi. Dışarıda yetişmiş gazetecileri de yoktu. Ben orada iki seminer düzenledim, biri iki aylık, biri dört aylık olmak üzere gazeteci yetiştirmeye çalıştım. Orada bulunan muhabirlerden ve öğretim üyelerinden, öğretmenlerden yardım aldık. Başarılı da oldular. Onlarla dostluğum yıllarca devam etti. Mektuplaştık, Paris’e geldikleri zaman beni aradılar. Sonra Afrika’yla alakalı Kongo hakkında bir kitap yazdım. O kitap Fransızca’ya da çevrildi. Bir gün bir telefon aldım. Telefon eden Kongo’nun büyükelçisiymiş, ‘Bu kitap sizin mi?’ dedi. Benim dedim. ‘UNESCO ile gelen bizdeki gazetecileri yetiştiren siz misiniz?’ dedi.  ‘Sizi davet edeceğiz,’ dediler. ‘Size fahri doktora unvanı vereceğiz,’ dediler. ‘Arkadaşlarınızla birlikte bekliyoruz,’ dediler.  Biletlerimizi aldılar, kalktık gittik. Ve çok heyecanlı bir tören oldu.”

Hıfzı Topuz, Türkiye’deki iletişim fakültelerinin kuruluşlarına önayak oldu. Dünyayı ve Fransa’yı bu açıdan tanıyan bir öğretim üyesi. Ona soruyoruz, günümüzde iletişim fakültelerindeki eğitim nasıl olmalı diye.

”Kırk sene evvelki eğitim ile bugünkü koşullar aynı değil, yeni koşullara göre programlar hazırlamak gerek. Sosyal medya var. Bu konuya ağırlık vermek lazım. Abone olduğum Fransız dergilerinden birinde sosyal medya hakkında bir araştırma vardı, şaşırdım kaldım. On iki ila on beş yaş arası gençler sosyal medyayı nasıl kullandıklarını anlatıyorlar. Biri ‘sabahleyin yataktan kalkar kalkmaz, ilk işim elime telefonu almak olur’ diyor.

‘Günde bir iki saat de sosyal medya etrafında geçiyor’ diyor. Yeni kuşağın konuştuğu Fransızca’yı ileri kuşaktakiler anlamıyorlar. Şimdikiler de cümle yok. Kelime var. Sessiz harfler kaldırılmış durumda. Kısaltılmış üç harfle bir cümleyi anlatıyorlar. O üç harfinde ne olduğunun da herkes ne olduğunu biliyor. Eğitim ağırlığını, sosyal medyadan yana da kullanmak lazım. Teknolojiye ağırlık vermek lazım. Bir de işin basın ahlakı kısmı var, biz basın ahlakını bir program olarak ele aldık. Bölgesel örgütlerin bir yasası oldun istedik. Yasalar hazırladılar, biz de uzmanlar gönderdik.”

Hıfzı Topuz iletişim araştımalarının gelişmesi için de büyük çaba göstermiş. Türkiye’de de bir örgüt kurulsun istemiş. Çok uğraşmışlar, izin almak kolay olmamış. Özel televizyonların kurulduğu bir dönemmiş. Vakıf kuralım demişler olmamış. Sonra İletişim Araştırmaları Derneği’ni (İLAD) Hüsamettin Ünsal, Aysel Aziz, Korkmaz Alemdar, Recep Biginer, Nezih Demirkent ve birçok öğretim elemanı ve gazeteci bir araya gelerek kurmuşlar.

”İLAD başarılı oldu diyemem, çünkü gençlere inemedi. Doktora öğrencileri, yüksek lisans öğrencileri İLAD’da bir şey bulamadılar, gelmediler. İlk dönem çok toplantılar yapılıyordu. Kitaplar, iletişim araştıma dergisi yayımlanıyordu. Bir gün kendimi yalnız hissediyordum. Genel Kurul yapılıyor. Ben öneriler getiriyorum, sonrası alkış, oy çoğunluyla kabul ediliyor. Hiçbir şey uygulanmıyordu. Bunun üzerine İLAD’dan ayrılmaya karar verdim. Şimdi artık katılmıyorum, Fahri Başkan konumundayım.”

 

Söyleşi: Fatma Gödeoğlu (İAHA)

Fotoğraflar: İAHA Fotoğraf Grubu