Naim Babüroğlu bir televizyon yıldızı. Hemen hemen her gün çıktığı canlı yayınlarda dünyada olan biteni yorumluyor bizlere. Aynı zamanda bir üniversite Hocası. Öğrencilerine ve yeni yetişen gençliğe sıklıkla şu öneride bulunuyor: “Bilgi güçtür ve bilginin önüne hiçbir güç geçemez. Bu bilgiyi kitaplardan alacağız. Okumadan, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamaz.”
Babüroğlu ile Dünya ve Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal iklimi konuştuk.
Ben gençliğimi hatırlıyorum, dünyayı hatırlıyorum. Avrupa Birliği (o zaman Avrupa Ekonomik Topluluğu denirdi), Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya. Üç büyük güç vardı ve bu sonradan değişti. Çin birdenbire devreye girdi. Pasifik devletleri, Kore ortaya çıktı. Sovyetler dağıldı, Berlin duvarı çöktü ve dünya değişmeye başladı. Şu anda dünya nereye gidiyor sizce?
Biliyorsunuz İkinci Dünya Savaşı sonunda Batı Bloku bir savunma ittifakı kurdu ve bu ittifaka Kuzey Atlantik Antlaşması denildi. 4 Nisan 1949’da NATO dediğimiz Kuzey Atlantik İttifakı kuruldu. NATO, Sovyetler Birliği’nin yükselişini durdurmak ve onun tehdidine karşı koymak için oluşturuldu. Bu arada Sovyetler Birliği de Varşova Paktı’nı kurdu. Bu iki paktla soğuk savaş dönemine girildi. Yani bir tarafta Batı Bloku NATO, öte tarafta Varşova Paktı dediğimiz iki kutuplu bir düzen oluştu ve böylelikle ülkeler rahat etti. Çünkü artık düşman belliydi ve tablo açıktı. Soğuk savaş dönemi, nükleer silahlar üzerinden 1990’lara kadar sürdü.
1989’lara geldiğimizde ise dünyada hiç beklenmedik bir şey oldu ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dağıldı. Öyle bir dağıldı ki, kısa sürede yerle bir oldu. Bu dağılmanın ayak sesleri ya da işaret fişeği önceden hissediliyordu aslında. Örneğin, Sovyetler Birliği 1979’da Afganistan’ı tanklarıyla işgal etti ve orada stratejik bir hata yaptı. Bu hata aslında Hitler’in Stalingrad seferinde (Rusya Seferi) yaptığı hatanın benzeriydi. Ya da Napolyon’un Moskova seferinin benzeri. O zaman Hitler, “General Çamur” denilen çamura battı ve orası çöküşünün başlangıcı oldu.
Sovyetlerin 1979 Afganistan işgali aslında teşvik edilen bir hareketti. Çünkü ABD Vietnam’ı yaşamıştı ve devam eden bir Vietnam Sendromu süregeliyor. Vietnam’da yaklaşık elli bin ölüsünü bıraktı ABD.
ABD Sovyetlerin de böyle bir felaket yaşamasını sürekli istiyordu. CİA bu senaryoyu hazırladı, teşvik etti ve Sovyetler Birliği bu oyuna geldi. 1979 Afganistan işgalinde, o zamanın ulusal güvenlik danışmanı, dönemin ABD Başkanını, sabaha karşı yataktan uyandırıp telefonda şunu dedi: “İşgale başladılar, Sovyetler kendi Vietnamlarını yaşayacaklar.”
Gerçekten de 1989’a gelindiğinde, Sovyetler yaklaşık yine elli bin ölüyü ve altmış milyar doları gömdü oraya. Tanklarıyla beraber Afganistan’dan çıktığında artık Sovyetlerin çöküş sesleri geliyordu ve bir yıl sonra Sovyetler dağıldı. Bunları söyleyerek, dağılma sürecine uzanan yolculuğu anlatmaya çalıştım.
Tabi Berlin Duvarı yıkılıp Sovyetler de dağılınca NATO’nun kendisine tehdit olarak gördüğü bir savunma ittifakı olan Varşova Paktı da yok oldu. Dolayısıyla tek kutuplu bir dünyaya geçildi. Tek Kutuplu dünyada hiç kimsenin düşünemediği bir gerçek ortaya çıktı. Nedir bu gerçek? Varşova Paktından çözülen ülkelerin hemen hepsi NATO üyesi oldu.
Çok ilginç ama 1999’da Macaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti, yani Varşova’dan ayrılanlar NATO’ya üye oldular. Ardından Estonya, Litvanya, Letonya, Romanya, Bulgaristan ve diğer ülkeler NATO üyesi oldu. Şimdi ise 30 üyeye sahip bir NATO var.
Böyle tek kutuplu bir dünya Berlin Duvarının yıkılışından yani 1990’lardan 2015’lere kadar geldi. Sonra Rusya Putin’i gördü. Eski KGB Ajanı ve devlet mürekkebi yalamış biri Putin. Rusya’yı dipten aldı, çitasını yükseltti ve Orta Doğu’da ABD ile baş edebilecek bir düzeye ulaştırdı. Putin’in bu hamleleri sonucunda, 2015’ten itibaren tekrar iki kutuplu dünyaya girdik.
Putin’in devlet adamlığı ortaya çıkıyor. Stratejide kuvvet, zaman, mekân dediğimiz veya kuvvet, zaman, yer dediğimiz faktörleri yerinde kullanmayı bildi. Amaç-araç dengesinin uyumunu çok iyi sağladı. Elindeki güce göre hedeflerini belirledi. Hayalperest değil, ihtiras ve maceraperest değildi. Çünkü bunlar asla bir strateji olamadı savaş tarihinde, şimdi de olamaz. Boşu boşuna ülkeye enerji kaybettirirsiniz. Putin bunları başardı ve Rusya’yı bu hale getirdi.
Demek ki zaman zaman siyasi tarihi yazanlar, tarihe damgasını vuranlar bazen olumsuz bazen olumlu. Sovyetler gücüne erişecek, Çar Petro dönemini çağrıştıracak o gücü hayal eden bir Rusya, Putin’in sayesinde başarılı adımlar atmaya başladı.
Çin faktörüne gelecek olursak. NATO 68 yıllık tarihinde, 2019 Londra Zirvesinde ilk kez Çin’i tehdit olarak gördü. Bu çok önemli. Çünkü Çin gerçekten yükselen bir güç ve ABD’nin haliyle de NATO’nun buna tahammülü olamaz. Biliyorsunuz ki ABD şu an Çin’e ekonomik ve dolaylı yaptırımlar uyguluyor. Bu da NATO’ya yansıyor. Bu şu demek; Çin’e karşı daha güçlü olmak için NATO’nun kuvvet havuzu ve savunma harcamaları Türkiye dâhil artacak. F-16 ve F-35 savaş uçakları sayısı ikiye katlanacak.
Çin yükselen bir güçtür ama şunu unutmayalım, Çin’in savunma harcaması 220 milyar dolar iken ABD’nin savunma harcaması yaklaşık 730 milyar dolardır. Yani 3 katından fazlası. Rusya’nın savunma harcaması yaklaşık 80 milyar dolar. ABD’nin savunma harcaması Rusya’nın yaklaşık 9 katı. Dolayısıyla evet Çin yükselen bir güçtür, Rusya önemli bir askeri güçtür ama ABD ve NATO ile baş edebilecek düzeye gelememişlerdir. Bu düzeye kısa dönemde gelebilecekleri de söz konusu değil.
Türkiye ne yapıyor bu arada?
Türkiye coğrafi konum itibariyle önemli mevkiye sahip bir ülkedir. Asya ile Avrupa arasında bir köprüdür. Jeopolitik ve coğrafi açıdan dev olan bu ülke uygulanan politikalar nedeniyle bazen siyasi yönden aynı derecede olmayabilir.
Türkiye tehdit üreten bir coğrafyanın neredeyse ortasında kaldı. Suriye’yi ele alalım. 2011 yılına kadar Türkiye’nin Suriye’deki komşuları Türkiye’den güçsüz bir ülke olan Suriye Arap Cumhuriyeti’ydi. Dolayısıyla Türkiye’nin bir inisiyatifi, bir ağırlığı vardı.
Şimdi geldiğimiz noktada, 911 kilometrelik sınırda Türkiye’nin Suriye Arap Cumhuriyeti ile değil; küresel güç olan Rusya ve ABD ile bir komşu. Bu ülkelerle mücadele etmek pek kolay değil. Birbirlerini düşman gören iki ülkeyle siz komşusunuz artık. Bir vaka bu. ABD ve Rusya birbirlerini düşman görüyor. Rusya’ya biraz ağırlık verdiğinizde, ABD tepki gösteriyor. ABD’ye biraz ağırlık verdiğinizde, Rusya tepki gösteriyor.
O halde Türkiye’nin burada önemli bir denge politikası uygulaması lazım. Yani Rusya’dan S-400 almakla tam bağımsız olunamayacağı gibi, ABD’den füze sistemi almakla da bağımsız olunmuyor.
Bağımsızlık demek Atatürk’ün çizdiği yol demek. Atatürk özetle; akıl, bilim, tam bağımsızlık, antiemperyalist ve umut demektir. Atatürk 1934’te Rus Şahı’na, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde üretilen bir uçak hediye etmiştir. Atatürk’ün Ulusal Savunma Politikası 1950’den itibaren terk edilmeseydi, biz kendi kendine yeterli bir ülke durumuna gelecektik fakat bu gün ne yazık ki başka ülkelere muhtaç duruma geldik.
Suriye’de terör üreten bir coğrafya var. Dört milyon kadar Suriyeli sığınmacı var, bunun yüzde 47’si 18 yaş altı ve bunların geri dönme olasılığı çok zayıftır.
ABD, Suriye’de PYD, PKK terör örgütlerine destek vererek; Doğu Akdeniz’de ise Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’yle beraber hareket ederek Türkiye’nin karşısındadır. Haliyle, Doğu Akdeniz de Türkiye için bir tehdittir. Ne yazık ki Türkiye, Suriye ve Doğu Akdeniz’de yalnızlığa terk edilmiştir. Cumhuriyet tarihinde ilk defa bu kadar yalnızlık yaşamaktadır.
Bütün bu nedenlerden dolayı Türkiye, Atatürk’ün çizdiği “Yurtta Barış, Dünya’da Barış.” Politikasını izlemelidir. Komşularıyla iş birliği yaparak kendi coğrafyasını ve komşularının coğrafyasını bir barış gölü haline getirmeyi başarabilmelidir. Atatürk bunu Sadabat Paktı ve Balkan Paktıyla 1934-1937’de başarmıştır.
Hocam siz televizyonlara sıkça çıkıyorsunuz ve Türk kamuoyu sizi izliyor. Düşüncelerinizi biliyor. Bir de üniversitedesiniz, ders veriyorsunuz. Sizi gördüğüm zaman benim merak ettiğim konu gündemi nasıl izliyorsunuz? Amerika’da bir sürü kitap yayınlanıyor nasıl zaman ayırıyorsunuz? Türkiye ile ilgili bu söz ettiklerinizle ilgili, siyaset bilimi veren bir hoca profilini çizebilir misiniz?
Ben Cumhuriyet Tarihi Bilim Dalı’nda doktora yapmış bir öğretim üyesiyim. Bununla beraber Harp Akademileri’nde Ulusal Güvenlik ve Uluslararası İlişkiler konularında, ayrıca yurt dışında Oklahoma Üniversitesi’nde Büyük Organizasyonlarda İnsan Yönetimi ve Verim Alma konusunda yüksek lisans yaptım. Ayrıca NATO’da da BM’de de görev yaptım. Güney Doğuda subay olarak görev yaptım. PKK bölücü terör örgütüne karşı mücadele bölgesinde görev yaptım. Irak’ta Kuveyt’te bulundum. Kıbrıs’ta görev yaptım. Bu açıdan bakılırsa benim sahada önemli bir tecrübem var.
Gündemi yakalamak için özellikle İngilizce ve Arapça yayınları izliyorum. ABD’nin, Suriye’nin, İngiltere’nin, Almanya’nın, AB’nin ya da NATO’nun o andaki durumunu, gün gün takip ettiğim için halkaları ekleyerek zincir oluşturuyorum. Eğer bir iki gün o halkalardan birini terk edersem, hiçbir zincir en zayıf halkasının kuvveti değildir prensibiyle zincir ortadan kopuyor. Onun için cumartesi pazar dâhil, gündemi sürekli izliyorum.
Bir akademisyen olarak, televizyonlara çıktığımda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğumu ve devlete karşı olan vefa borcumu anımsayarak değerlendirmeler yaparım.
Ben Güney’de Antakya’da fakir, yolu, okulu olmayan bir köyden çıkıp General oldum. Dolayısıyla Cumhuriyet Rejimini şöyle tanımlıyorum: “Aziz Sancar’ı Mardin’in yoksul bir köyünden Nobel Bilim Ödülüne taşıyan, Süleyman Demirel’i Isparta’nın fakir bir köyünden Cumhurbaşkanlığı makamına oturtan rejimin adıdır Cumhuriyet.”
Benim devlete vefa borcum var. Bana devletin verdiği bu imkânları, deneyimleri, coğrafyadaki kazanımları, bir akademisyen olarak objektif sunma vicdanı ve zorunluluğunu taşıyorum.
Atatürk ve Cumhuriyet ile ilgili programlara konuk oluyorsunuz, sizinle röportajlar yapılıyor. Peki, size yöneltilen soruları nasıl buluyorsunuz?
Çağırdıklarında biz sadece genel konuyu öğreniyoruz. Fakat soracakları soruyu bilemiyoruz. Bazen soru sorduklarında keşke bu soruyu da sorsa diyorum içimden. Çünkü benim orada kritik noktayı tarif etmem için o soruya ihtiyacım var. O soru sorulmadığında, ben de süreyi iyi kullanmak açısından bazen önemli konuya dönemiyorum. Dolayısıyla bence, konuşandan çok konuşturanın konumu önemli.
Hangi kitapları okuyorsunuz?
Ben ortaokulu bitirdiğimde klasik kitapların çoğunu bitirmiştim. 14 yaşında Kuleli Askeri Lisesi serüvenine katıldım. Bizi yetiştiren kuşak köy enstitülerinin damarından gelen ideal bir kuşaktı. Türkçeyi iyi biliyorlardı. Şimdi geldiğimiz aşamada, çok açık ve içten söylüyorum; okuma yazma bilmeyen, çeyrek eğitimli, diplomalı bir kuşak var.
Hoca demek sadece sınıfa sıkışmış bir öğretim robotu demek değildir. İster fizik ister coğrafya olsun derste gördüğü hataları noktasına virgülüne kadar düzeltmeli hoca. Dili düzgün kullanmalı ve öğretmeli. Çünkü dil demek, birlik beraberlik demek, vatanın bütünlüğü demek. Dil elden kaybolursa vatan elden gider. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan insanlar çoğaldı. Herkes her şeyde uzman ama çoğu kimse bilgisiz. Bundan kurtulmamız lazım.
Mustafa Kemal Paşa her gittiği muharebede cephane sandıklarına kitaplar koyarmış. Büyük Taarruzda kan gövdeyi götürüyor, telaş ortamında, 21-22 Ağustos gecesi yeni çıkan Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanını okuyor. Mustafa Kemal’in, günlük alınıp geri verilenler hariç yaklaşık beş bin kadar kitap okuduğu biliniyor.
Mustafa Kemal Paşa Cumhurbaşkanı olduktan sonra artık sağlığı da bozulmaya başlayınca, onu sevenler diyor ki: Paşam sabaha kadar kitap okumayı bırakın gözleriniz şişiyor. O da diyor ki: “Çocuk çocuk, ben küçükken fakirdim. Elime geçen iki kuruştan birini kitaplara vermeseydim, şu anda başardıklarımın hiçbirini yapamazdım.”
Onun için bizim öğrencilerimize ve yeni yetişen gençliğe önereceğimiz şudur: Bilgi güçtür ve bilginin önüne hiçbir güç geçemez. Bu bilgiyi kitaplardan alacağız. Okumadan, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamaz. Olunursa gülünç duruma düşülür.
Söyleşi: Kayıhan Güven
Yazı: Esra Yıldız
Fotoğraf: Sinan Daşpınar, Berfin Kahraman