DEPREMİN YIKAMADIĞI BİR ÜNİVERSİTE

0
723

Anadolu’ya ilk kez gidiyorum. Foto muhabiri arkadaşım Cihan Deniz ile karlı günlerde Van’a gidiyoruz. Van’a gidiyorum işte ötesi yok bunun. Anadolu’ya karlı günlerde, üstelik depremle yerle bir olmuş bir yere uçmak. Annemden izin alacağım, “Tabii kızım gidebilirsin! Gazeteci olmak istemiyor musun!”

Yolculuk için hazırlıklar yapılıyor, biletler alınıyor, organize olunuyor. Aman Yarabbi! bendeki ne heyecandır bu. Uçağa ilk kez binecek olmanın heyecanı mı yoksa oradaki hayatlara konuk olmanın verdiği bir heyecan mı çözemiyorum. Aklımda ki tek düşünce Van’a gidiyor olmak sadece. Heyecanımı ve düşüncelerimi eskimiş bir eşya gibi kenara itip hazırlıklarımı yapıyorum. Haber geliyor ”Uçakla gidiyorsunuz.”  Madem ki mesleğim gazetecilik kır şu zincirlerini kızım, yen şu gereksiz uçuş korkunu diye mırıldanarak hazırlıklarımı tamamlıyorum.

Gün 14 Şubat ve bizim yolculuk günümüz ve Sevgililer Günü. İçimde burukluk var mı acaba? Aman canım ne burukluğu, bu burukluk nedir ki gidip göreceklerimin yanında. Aslında nice hayatlara tanık oldum, nice yollar aşındırdım ama işte bu farklı bu sefer. Şu an sadece uçmaya konsantre oluyorum. Uçmak, nedir bu uçmak? Uçmak yahu özgürleşmek mi? Uçmak ve özgürleşmek… Başka hayatların içine girmek ve özgürleşmek. Evet, evet kesinlikle başka hayatlarla bütünleşmektir özgürleşmek. Düşüncelere dalarak havaalanına gidiyorum, elimde eskimiş ama nice hatıralar biriktirdiğim valizimle. Valizim…Ah! benim emektarım sende neler biriktirdim ben.  Acılarımı da, sevinçlerimi de, haykırışlarımı da, isyanlarımı da seninle taşıdım ben. Şimdi ise o dört yaşlı tekerin Van yollarını gezecek. Kimbilir bu sefer içine neler koyacağım, içinden neler çıkaracağım.

Saat 13.00, uçak havalanıyor. Ölüyorum galiba, kesinlikle ölüyorum! Nasıl bir histir bu şimdi. İçim çekiliyor, bağladığım kemerimi isyankâr bir sevgili gibi çözüp çıkarmaya çalışıyorum. Hayır! Ben İneceğim! Birisi durdursun şu uçağı derken havadayım. Uzun bir soluk alıyorum. Korkum yerini garip bir rahatlığa bırakıyor. Şükür! Oldu sonunda, bunu da başardın be kızım, fobiye dönüşmüş korkunu bir kaç dakika içinde yendin işte, bu kadar! İki buçuk saat süren kâh gerilimli kâh sevinçle geçen yolculuğumuz, uçağın tekerleklerini bir kuş gibi nazikçe yere indirmesiyle son buluyor. Erciş Ferit Melen Havalimanı’na ayaklarımızı basıyoruz. Yol yorgunu bu iki genç öğrenciye yardımcı olacak Seyithan abimiz. Erciş’in her tarafı kar, buz! Bu bizim ilk gazetecilik deneyimimiz, kendimizi Seyithan abinin rehberliğine bırakıyoruz. O da kış kıyamet karanlıkta bizi Van Gölü sahiline götürüyor; e Van Denizi (burada öyle diyorlar) bu bölgenin alametifarikası. Karanlıklar içinde Van Gölü suskun; ne yapalım onu kokluyoruz ancak!

 

Erciş’te her taraf yıkık yıprak, bir bomba mı düşmüş buraya! Önce güzel bir yemek yiyoruz, tatlı bir sohbetin ardından bize Erciş’i gezdiriyor, hemen anlıyoruz ki Doğu misafirperverliği bir başka. Küçük bir turun ardından kalacak yerimiz olan Safa Otel’e getiriyor bizi. Beş altı katlı, tadilatta olan bir otel Safa Otel. Uzanıyorum yatağıma, Yaşar Kemal ustanın röportajları arasında geziniyor parmaklarım, derken bir anda elektrikler kesiliyor ve aman Tanrım bir uğultu duyuyorum. Hemen yatağımdan fırlıyorum o korkuyla fotoğraf makinemi ve yanıma biraz da para alıp bekliyorum, çaresizce… Telefonda foto muhabiri arkadaşım Cihan,  ”Gökçem, elektrikler kesildi, uğultu var hemen aşağıya in!” diyor. O panikle botlarımı elime alıp, patiklerle merdivenleri hızla aşağı iniyorum. Kapıda buluşuyoruz, ikimizin de yüzü kireç gibi olmuş dışarı fırlıyoruz; depremin korkunç yüzüyle tanıştık işte!

Uğultunun sebebinin otelin jeneratörü olduğunu öğrenince içimiz bir nebzede olsa rahatlıyor. Ama geceyi uykusuz ve yorgun geçirmemize neden oluyor bu uğultu. Tekrardan çekiliyoruz odalarımıza ama bu sefer tetikte olarak, yarım saat belki bir saat uyuyoruz.

Doğu’dan yükselen güneşle sokaklardayız.

Sıkı bir plan yapıyoruz. Öncelikle hedefimiz konteynerler oluyor. Tek tek dolaşıyoruz Erciş sokaklarını. Deprem yardımlarının ulaşamamasından, barınacak yer bulamamaktan, ısınma probleminden dem vuruyor her biri. Zor bir yaşam bekliyor onları. Büyük şehirdeki hayatımız ne sorunsuz onlara göre! İçimde sıkıntı ile kadrajımı küçücük bir çocuğa çeviriyorum. Yüzüme, gözlerimin içine bakıyor, sanki bütün yaşananları anlatırcasına. Bacağımı tutuyor soğuktan çatlamış minicik elleriyle. Yapma be çocuk! O bacağımı tutuyor, ben ise haykırmamak için ağzımı sımsıkı tutuyorum. Çocuklar, analar, yollar ve bir deprem. Depremin yıkıp geçtikleri… Bir deprem silindir gibi geçmiş üzerlerinden.

Geride bırakıyoruz Erciş’i. Yolumuz Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ne. Dağların arasında bir üniversite, bir tarafta bembeyaz gelinliğini giyinmiş Erek Dağı, öte tarafta görkemli Artos, o da pırıl pırıl beyaz. Burada her şey beyaz, hayır bembeyaz!

Büyük bir araziye dağılmış üniversite. Issız bir hali var. Zorlu kış şartlarını bir de deprem vurmuş. Üniversite depreme adeta meydan okurcasına hızlandırılmış, yoğunlaştırılmış bir eğitim yapıyor. Öğrencilerini, akademik personelini konteynerlerde ağırlıyor. Okullarına zorlu koşullarda devam etmek zorundalar, çünkü devam mecburiyeti var.

Kampüs içinde konteynerler sıra sıra. Öbekleşmişler… Öğrenciler dertli, kalacak yer, yiyecek, ders çalışacak ortamlarının yoksunluğundan dem vuruyorlar. Elektrik, su umulmadık anlarda kesildiği için canlarından bezmişler. Konteynerleri birkaç arkadaş bölüşüyorlar. Kalacak, ders çalışacak alanları yok. Isınmak için elektrikli soba kullanıyorlar, ama yasak! Bir görevli geliyor konuk olduğumuz konteynere, nasihat ediyor öğrenci arkadaşa, ”neden elektrikli yakıyorsun yangın çıkar maazallah,” diye çıkışıyor. E ne yakacak,ne ile ısınacak bu öğrenciler diye içimden geçiriyorum.

Çıkıyoruz içimizdeki buruklukla konteynerden, bir başka konteynere bakacağız. Karşımıza bir öğrenci çıkıyor; soruyoruz, “depremden sonra kampüste hayat nasıl?” diye. “Ne olsun göründüğü gibi!” diyor gözlerini kaçırarak, biraz da ürkek bir sesle.  Karlı kampüs yollarında yürüyoruz, tek tek çalıyoruz kapıları, açan yok. Birçoğu okulda değil, okulda olanlar da müsait değil. Şansımızı zorluyoruz bir öğrenci arkadaş bulmak umuduyla. Üniversitenin Güzel Sanatlar Bölümü’ne konuk oluyoruz. Birkaç öğrenci karşılıyor bizi. Sorumuzu yöneltiyoruz yeniden. ”Depremden sonra kampüste hayat nasıl, son durumunuz nedir,” diye. Gözlerimizle konuşuyoruz. “Güç koşullarda okuyoruz, yaşıyoruz, ne yapalım bizim kısmetimiz de bu!” der gibiler ama hayat sürüyor.

Üniversitenin yönetim bölümüne konuk olmak için düşüyoruz karlı yollara. Bizi üniversitenin Basın Halkla İlişkiler sorumlusu Bilal Akköprü karşılıyor. Öğrenci diliyle anlatıyor bize sıkıntıları, öğrencilerin söylemek istediklerini söylüyor; barınacak yer, derslik sıkıntıları…  Bizi üniversitenin Rektörü ile görüştürüyor sonra. Rektör Prof.Dr. Peyami Battal, üniversitenin sıkıntılarının çözüldüğünü bildiriyor bize. TOKİ’nin yurt binası yapmak için ihaleye girdiğini öğreniyoruz. İsrail’in gönderdiği konteyner evlerini geziyoruz, şimdilik yirmi tanesi hazır edilmiş.

Yolumuzu yeniden kampüs hayatına çeviriyoruz. Bu sefer de öğrencilerin ders çalıştıkları alanları ziyaret ediyoruz. Ders çalışma odasında yalnız bir kız oturuyor, bizi görünce hemencecik ince ama kıvrak hareketlerle derslikten uzaklaşıyor. İçeriye bir göz atıyoruz. Ters çevrilmiş sandalyeler, bir tane ısıtıcı. Oda adeta yalnızlığa terkedilmiş gibi. Yanımızdan geçen bir öğrenci arkadaşa soruyoruz, neden burada çalışmıyorsunuz diye. Dönüp bize ”kitaplık yok, oda soğuk, yeterli değil,” diyor.

Ellerim buz tutmuş, meraklı gözlerle konteynerlere, yenilenmeye çalışan binalara, yollara, yollardaki ayak izlerine takılıyor gözlerim; bir başka dünyadayız. İnsanların suretleri farklı burada. Kampüs bir şantiye alanına dönüşmüş. Her yer iş makineleriyle dolu. İş makineleri arasında Türkiye’nin her köşesinden gelmiş öğrenciler. Öğrencilerin karlarda bıraktığı ayak izlerini seyre dalıyorum. Yeni bir dünya kuruluyor burada…

Bir konteynerin kapısını çalıyoruz. Sıcacık bir gülümsemeyle karşılıyor bizi. Buyur ediyor içeri. Konteynerde iki yatak, bir masa, masanın üzerinde ders notları karşılıyor bizi. Zor değil mi, nasıl kalıyorsunuz, nasıl ders çalışıyorsunuz diyorum. Zor diyor, zor!  Bazen elektriklerin gittiğinden, soğukta ders çalışmanın zor olduğundan söz ediyor bize.

Depremin vurduğu bir üniversite, zor şartlarda kalan öğrenciler, ısınma, barınma ve daha nice sıkıntılar…Üniversite hızla iyileşmeye çalışıyor. Yaşar Kemal’in Van Gölü röportajını okuyacağım bir kez daha: “Van Gölü’nün mavisi hiçbir maviye benzemiyor. Bir başka mavi. Kalın bir camı kesip, kesitine bakın, işte o maviye azıcık yaklaşıyor. Bir başka mavi ki tarif edilemez.”

 

previous arrow
next arrow
PlayPause
previous arrownext arrow
Slider

 

Haber: Gökçem Eryiğit (İAHA) Fotoğraf: Ferit Cihan Deniz(İAHA)

 

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here