Özgürlüğün Gözü

Gerda Taro savaşta fotoğraf çeken ilk kadındı. İspanya İç Savaşı’nda öldü. Daha sonra unutuldu gitti.

27.doğum gününde toprağa verildi. On binlerce insan onu Pere-Laichaise mezarlığına kadar uğurladı. Tarihler 1 Ağustos 1937’i gösteriyordu, Gerda Taro birkaç gün önce İspanya İç Savaşı’nda ölmüştü. Bir savaşın cephesinde ölen ilk kadındı. Bando, Chopin’in ölüm marşını çalıyordu. Babası da onu uğurlayanlar arasındaydı, üzüntüsünden düşüp kalkıyordu. Saatler sonra mezarlığa ulaşıldı. Şair Louis Aragon bir konuşma yaptı. Taro bir kahraman olarak anılmaya başlamıştı. Ama yıllar sonra unutuldu gitti…

Yirmili yaşların ortalarında ilk kadın foto muhabirini savaşa çeken neydi? Onu iten neydi? Cesaretini nereden alıyordu? Pekiyi dünya onu neden çarçabuk unutmuştu?

Ardında kalan pek yoktu. Akrabaları kalmamıştı.  Onu tanıyanlar kalmamıştı. Taro yaşasaydı bugün 106 yaşında olacaktı. Taro hakkında bir şeyler duymak istiyorsanız eğer, Irme Schaber’e soracaksınız. Schaber bir kültürbilimci ve 20 yıldan beri Taro’nun kim olduğu konusunda çalışıyor. Taro’nun zamandaşlarına binlerce mektup yazdı, arşivlere girdi, İngiltere, İspanya, ABD’ye yolculuklar yaptı yüzlerce insanla konuştu. Irme Schaber, Taro’nun yaşamına ilişkin bir de kitap yayımladı (Gerda Taro, Foto Muhabiri, Jonas Verlag).

Schaber’e Taro’yu neden seçtiğini sorarsanız, şöyle konuşuyor: “Bütün engellere karşın yaşama sevincini hep diri tuttu ve bozulmasına izin vermedi.” Schaber ile konuşurken şunu farkediyorsuz, o sanki bir arkadaşı üzerine konuşuyor.

 

“Fotoğrafı bir silah olarak kullan!”

Gerta Pohorylle, adını değiştirerek Gerda Taro yapacaktır, 1910’da Stuttgart’ta doğdu. Üç kızkardeşten en büyüğüydü. Ebeveyni Galiçya’dan göç etmiş bir Yahudi aileydi. Gerda’nın babası yumurta ticareti yapıyordu ve Yahudiliklerini saklıyorlardı. “Sokakta vatandaş, evde Yahudi”ydiler. Gerta’nın büyüdüğü dünya huzursuz bir dünyaydı. Aile güzel evlerin bulunduğu bir semtte yaşıyordu. Gerta dört yaşındayken 1. Dünya Savaşı başladı.

Okulda her söyleneni anlıyordu. Fransızca, İngilizce konuşabiliyordu, sonra İspanyolca da öğrendi. Akıllılığı ve sıradışı güzelliği okulda kıskançlığa yol açıyordu. O zamanki fotoğraflarına bakıldığıda İsrailli oyuncu Natalie Portman’a benzediği görülüyor. Gerta, Sttutgart’ın 20’li yıllarında yaşadı.  Bolca sinemaya gidiyor, dans ediyor, Caz müziği dinliyor ve fotoğrafa ilgi duyuyordu. Sanat galerisindeki bir sergide duvarda şu yazı dikkatini çekti: “FOTOĞRAFI BİR SİLAH OLARAK KULLAN!” O dönemde sanat gittikçe politize oluyor, büyük şehirdeki yaşama tanıklık ediliyor, zenginle yoksul arasındaki uçurum, artan fahişelik dile getiriliyordu. Bauhaus design ve mimarlık konusunda ağırlığını koyuyordu. Modern kadınlar saçlarını kısa kestiriyorlardı. Gerda zarif giyinen biriydi, bugün yaşasaydı rahatlıkla bir hipster olarak değerlendirilebilirdi. Hiçbir zaman arkadaşlarını eve davet etmezdi, özel dünyasının bilinmesini istemezdi. Bazı arkadaşları yahudileri eleştirirdi, ama Gerta’nın bu eleştirileri taktığı yoktu. Taro, ailesiyle Leipzig’e taşındığında 19 yaşındaydı.

1933’de, Adolf Hitler Almanya’nın başına geçtiğinde Gerta 22 yaşındaydı. Duvarlara Naziler aleyhine afişler yapıştırıyordu, yakalandı. İki hafta hapishanede kaldı. Çıktıktan aylar sonra Paris’e kaçtı.

Endre’den bir zengin Amerikalı fotoğrafçı yarattı

Paris’te parasızdı, kiralarını ödeyemiyor, yemek parası bile bulamıyordu. Gazete satıcısı ve sekreter olarak çalıştı. Bir kız arkadaşı sayesinde Endre Ernö Friedmann’ı tanıdı, fotoğrafçı Macardı ve Yahudiydi, Gerta’dan üç yaş küçüktü. Yahudi olduğu için ülkesinden kaçmıştı. Endre siyah saçlara sahipti, sakallarını kesmiyor, deri ceket giyiyordu. Gerta ve Endre birbirlerine aşık oldular, ikisini bir kafede birbirlerine gülerken gösteren bir foto vardır.

İkisi Eyfel Kulesi yakınlarında bir küçük eve taşındılar. Endre, Gerta’ya fotoğrafçılığı öğretti. Banyoyu karanlık oda olarak kullanmaya başladılar. Çektikleri fotoğrafları daha iyi satsınlar diye Endre’den bir zengin Amerikalı fotoğrafçı yarattı Gerta. Adamın adı Robert Capa oldu. Artık deri ceket yerine takım elbise giymeye başlamıştı genç adam, berbere de gitti. Kadın kendini Gerda Taro olarak adlandırdı, sanki bir ajan gibi davranıyordu; böylelikle kazançları artmıştı.

1936’da İspanya’da İç Savaş hız kazanırken, ikili İspanya’nın yolunu tuttu. Fotoğraflarıyla Cumhuriyetçiler için,  Franco aleyhine çalışıyorlardı. Cephe boyunca güneye doğru gittiler. Capa bir Leica’yla, Taro ise Reflex-Korelle ile çalışıyordu. Daha çok savaş mağdurlarını, çiftçileri, silahlı kadınları. Daha çok tek insanları çekiyorlardı, 6×6 formatında Taro savaşın kurbanlarını çekiyordu, kadınlar, çocuklar, yaşlılar.

 Taro ve Capa aynı motifleri çekiyorlardı. Fotoğraflarında aynı gülümseyişler, aynı ifadeler vardı. Taro’nun birçok fotoğrafı Capa’nın imzasıyla yayımlandı. Bir takım olmuşlardı. Dergiler onların fotoğraflarını yayımlamaya başlamıştı. Capa ünlü bir fotoğrafçı olmuştu, onu ünlendiren Gerda Taro olmuştu.

“Eğer fotoğrafların iyi değilse, bil ki yeterli yaklaşımı göstermemişsindir!”

Cephede Capa bir fotoğraf ikonu olan düşen milis’i çekti. Askerler, Taro ve Capa’ya alıştılar. Taro’ya “Küçük Sarışın” diyorlardı. İspanyol gazetesi La Voz muhabiri onları cephede bulur ve yazar: “İki genç insan, neredeyse çocuklar, ellerinde makineleri. Hiç korku duymadan pike yapan savaş uçaklarını izliyorlar.”

İki ay boyunca cephede çalışırlar, sonra Paris’ dönerler. Sürekli olarak İspanya’ya gidip gelirler. Bir göçmen hayatı yaşarlar. “Eğer fotoğrafların iyi değilse, bil ki yeterli yaklaşımı göstermemişsindir!” Capa’nın sözleri fotoröportajın altın kuralı olacaktır. Bu sadece fizik yakınlık  da değildir. Taro ve Capa konularına mental olarak da yakındırlar. Bir taraf tutarlar.  Olayları sessizce izleyen insanlar değildirler. Taro savaşta tarafsızlık olabileceğine inanmaz. Cumhuriyetçilerin tarafındadır ve onların kazanmasını ister. Duvarda gördüğü “FOTOĞRAFI BİR SİLAH OLARAK KULLAN!” sözlerini unutmamıştır.

Ölümünden birkaç gün önce şöyle söylemiş: “Tanıdığın insanların kaçta kaçının savaşta öldüğünü düşünürsen, hayatta kalmanın pek dayanışmacı olmadığını  da düşünürsün.”

25 Haziran 1937. Gerda o gün gazeteci arkadaşıyla cepheye gitmektedir. Birkaç gün önce Brunete, Franco birliklerinden kurtarılmıştır.  Araçta Allan ve Taro Cumhuriyetçilerin zaferi üzerine konuşmaktadırlar. Bir general tarafından çağrılmışlardır, ama o sırada dünya kaynamaya başlar. Taro kalmak ister. Allan onu bir çukura iter. Bombalar patlamakta, makineli tüfekler çalışmaktadır. Alman hava birliği Condor saldırmaktadır.  Arkadaşı kendini korumağa çalışırken Taro elinde makinesi uçakları çekmeye çalışmakta, kaçan askerleri çekmeye çalışmaktadır. Saldırı saatler sürmüştür, bütün filmlerini bitirmiştir. Orada çektiği fotoğraflar en iyi fotoğrafları olmuştur Taro’nun.

Capa’nın çektiği sanılan fotoğraflar Taro’nun

Etraf  sakinleşince sığındıkları çukurdan çıktılar. Tarlalarda dolaştılar, yüzlerce ölünün arasından geçtiler. Yolda yaralıları taşıyan bir araca rastladılar. Aracın merdiveninde durarak gidebileceklerdi. O sırada aracın üstünde bir savaş uçağı belirdi, etraf panikledi, Taro’nun üstünde gittiği aracın üstüne bir tank yöneldi. Aracın sürücüsü kaçmaya çalıştı. Allan ve Taro araca tutunmaya çalıştılar. Tank, Taro’nun tutunduğu tarafı aldı götürdü, Taro yere düştü ve vücudunun alt tarafı üstünden tankın paletleri geçti. Kan verildi, hastahanede uyuşturuldu. Gözlerini bir an açtığında, “Kameralarım ne durumda?” diye sordu ve öldü.

Capa fotoğraf çekmeyi sürdürdü, bir şehirden ötekine gitti. 40 yaşındayken, o da uzak doğuda elinde makinesi varken bir mayın üstüne basarak öldü.

Peki Gerda Taro neden çarçabuk unutuldu. Hayatını yazan Irme Schaber nedenleri şöyle açıklıyor: “Kadındı, Yahudiydi, Komünistti!” Schaber’e göre birinin tarihten silinmesi için bunlar yeterli nedenlerdi. Schaber’in araştırmasıyla Taro tekrar gündeme geldi. 2007 yılında fotoğrafları International Center of Photography’de sergilendi. Aynı yıl Meksika’da bulunan valiz açıldı. Taro, Capa ve fotoğrafçı David Seymour 1939 yılında İspanya İç Savaşı’ndan 4 bin 500 negatifi valize doldurmuşlar ve ülkeden kaçırılmasını sağlamışlardı. Çantanın içinde bilinen fotoğrafların negatifleri vardı, bunların bir kısmı Capa’nın olduğu sanılan  Taro’nun fotoğraflarıydı.

Bugün Taro yaşasaydı kime benzerdi diye düşünülebilir. Hemen akla Amerikalı gazeteci Marie Calvin gelir. Calvin, savaş muhabiri olarak Sundey Times’da çalıştı; bir gözü korsanlar gibi kapalıydı, bir bomba parçası gözünü kör etmiş ve ağır yaralanmıştı. İnce, zarif ve hoş bir kadındı. İkili bir dünya içinde yaşıyordu:    Bir taraftan  High Society içindeydi, bir tarafta savaşın içinde. Şubat 2012’de Suriye’den bildiriyordu. Homs’u neredeyse bütün gazeteciler terk etmişti, çok tehlikeliydi. Calvin bir bomba saldırısında öldü. Taro’da olduğu gibi, kimdi bu kişiler bir fotoğraf, haber için hayatlarını riske ediyorlar!

Bugün Taro’nun büyüdüğü Alexarderstrasse’de yürürseniz, asfalta yerleştirilmiş taşlar üstüne yazılmış yazılar görürsünüz: “1943 yakalandı, Auschwitz’de katledildi. Taro “1939’da yargılandı, Majdanek’te katledildi.” Taro’nun tüm ailesi Nazilerce Belgrad yakınlarındaki Sajmiste toplama kampında öldürüldü. Taro doğru yaptığına inandığı bir iş yaparken öldü. İspanya İç Savaşı’nda daha iyi bir gelecek için savaşırken öldü, onuru uğruna…

Çeviri: Kayıhan Güven