PANDEMİDE GÖÇMEN OLMAK

İstanbul Aydın Üniversitesi UNESCO Kürsüsü çatısı altında gerçekleştirilen “Pandemide Göçmen Olmak” başlıklı seminere Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Sosyoloji Öğretim Üyesi Dr. Ayşen Üstübici ve Koç Üniversitesi Doktora Sonrası Araştırmacı Sibel Karadağ konuşmacı olarak katıldılar. Araştırmacı Karadağ seminerde yaptığı konuşmada, “Pandemi Türkiye’deki ve dünyadaki herkesi etkiledi. İşsizlik arttı, yoksulluk arttı, türlü haklara erişimde büyük bir yoksunluğa doğru gidiyoruz. Ancak elbette ki toplumun en alt tabakasını oluşturan göçmen ve mülteci toplumları bundan en derin ve en yıkıcı şekilde etkilendiler,” diyerek toplumdaki göçmen ve mültecilerin büyük bir yoksulluğa doğru sürüklendiğinin altını çizdi.

İAÜ UNESCO Kürsüleri Koordinatörü Siyaset Bilimi Öğretim Görevlisi Nazlı Akyüz’ün gerçekleştirdiği söyleşide yaptıkları “Alternatif Göç Yönetişiminin Geliştirilmesi” projesinden söz eden Koç Üniversitesi Öğr. Gör. Dr. Ayşen Üstübici, “Bizim yürütmekte olduğumuz Avrupa Birliği projesi var. Tabii göç çok güncel ve siyasi bir konu bu nedenle bütün dünyada akademide çalışmalar arttı ve Avrupa Birliği de farklı fonlarla bu çalışmaları destekliyor. Bunlardan bir tanesi de bizim “Alternatif Göç Yönetişiminin Geliştirilmesi”

projemiz. Bu Amsterdam Üniversitesi koordinatörlüğünde işleyen dört senelik geniş bir araştırma projesidir. Toplamda 13 ortak var ve bu ortaklar, Avrupa, Etiyopya, Lübnan, Türkiye gibi Avrupa Birliği’nin dışında olan birçok yerden katılımcı var. Projenin genel hedefleri: Birleşik Milletlerin sürdürülebilir kalkınma hedefleri çerçevesinde, aynı şekilde New York Deklarasyonu’nda mültecilerin korunmasıyla ilgili ortaya konan hedefler çerçevesinde, ‘Göç yönetişimi şu an hali hazırda nasıl daha iyi hale getirilebilir? Nasıl ileriye dönük kriterler belirlenip bunlar uygulanabilir?’ bunun üzerine bir çalışma. Bizim bölümümüz ise korumayla ilgili bugün bunun üzerinde duracağız. Bunun dışında projede ülkeye giriş, çıkış, sınır dışı edilme, kısa süreli işçi göçü gibi farklı alanlarına da değiniyoruz projede,” şeklinde konuştu.

Dr. Ayşen Üstübici: “Mültecilerin çoğu gelişmekte olan ülkelere sığınıyor”

Mültecilerin çoğunun kendi vatandaşlarına kapasitesi zor yetişen gelişmekte olan ülkelere sığındığını belirten Dr. Ayşen Üstübici, konuşmasını şöyle sürdürdü:

“New York Deklarasyonu 2016 yılında ortaya çıktığında tabii ki bunu tetikleyen sürece hepimiz birebir tanık olduk. Çünkü Türkiye’de gerçekten bu işin tam da ortasında bulunuyorduk. Şöyle bir gözlem var aslında, dünyada bir sürü çatışma ortamından kaynaklanan çok geniş çaplı yerinden edilmeler oluyor ve baktığımızda da mültecilerin çoğu gelişmekte olan ülkelere sığınıyor. Yani aslında kaynaklar konusunda kendi vatandaşlarına kapasitesi zor yetişen ve bu konuda sorun yaşayan ülkeler bir sürü mülteci barındıran ülkeler. En büyük örnekler, Türkiye, Pakistan, Etiyopya, Sudan. Bu ülkeler kapasiteleri çok olmayan ama mülteci sığınmacıların da çoğunun yaşadığı yerler. New York Deklarasyonu’nun temel yaklaşımı ‘bunları yalnız bırakamayız’dı. Tabii ki 2016’daki göçe olan yaklaşımın çok daha olumlu olduğunu söyleyebiliriz. Böylece uluslararası iş birliği yapılması gerektiğinin altı çizildi, dayanışma gösterilmesi düşünüldü ve bunun aslında ortak sorun olduğu üzerinden yola çıkılarak bir deklarasyon yazıldı. Daha sonra göçle ve mültecilerle ilgili birleşmiş milletler mutabakatlarına dönüştü buradaki prensipler.  Biz de buradan yola çıkarak çalışmamızda koruma altında birkaç kritere odaklanıyoruz. Çünkü koruma dediğimiz alan, uluslararası koruma çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Ülkeye girişten entegrasyon ve uzun vadeli çözümlere uzanan aslında büyük bir yelpaze. Biz bu geniş alan içinde çalışmamızda üç konuya odaklandık. Gelen mültecilerin yasal statüye erişimleri nasıl oluyor, sağlığa erişimleri hangi şartlarda oluyor ve üçüncüsü ise barınma sorunu. Biz bunları belirlerken sadece mevzuata bakmıyoruz elbette. Çünkü projenin temel amacı sadece mevzuat üzerinden değil de pratikler üzerinden kriterlerin nasıl ölçülebileceği. Yani aslında sadece mevzuat değil pratikte bu işin nasıl işlediğini ve nasıl deneyimlendiğini anlamaya çalışıyoruz.

“Türkiye yanında koruma adı altında iki ülke daha var. Orada da o ekipler bize paralel olarak benzer çalışmalar yapıyorlar. Onlar Lübnan ve Yunanistan. Burada şunu görüyoruz; Türkiye mesela daha kent mültecilerine bir örnek ama mesela Yunanistan’a baktığımızda hem adalarda kamplar var orada çalışmalar yapılıyor hem de kentte mülteciler var. Aynı şekilde Lübnan da Suriyeli mülteciler daha çok kamplarda yaşıyor. Dolayısıyla farklı ülkelerde korumanın nasıl işlediğine örnek olarak farklı mekânsal boyutuna da bakabiliyoruz. Yani bu çerçeve altında, tabii biz bütün bunları yaparken ve pratik dediğimiz şey tabi ciddi bir saha çalışması gerektirir. Bütün bunlar planlanırken bir de üstüne pandemi oldu ve korona şartlarında bizim hem proje konularını gözden geçirmemiz hem de saha çalışmasında biraz daha yeni normale uyumlaştırmamız gerekti.”

Sibel Karadağ: “Pandemi nedeniyle saha araştırmasında revizyona gitmek zorunda kaldık”

Pandemide saha çalışma sürecinin nasıl işlediğini Sibel Karadağ şöyle aktardı:

“Biz saha araştırması yapmaya meylettiğimiz süreçte tam olarak Edirne Pazarkule olaylarının başladığı ve hemen akabinde ilk resmi pandemi açıklamasının 11 Mart itibariyle duyurulduğu bir dönemdi. Bizim en başından itibaren aslında sahada, uygulamada ve pratikte aktörlerin gözünden ve deneyimlerinden koruma nasıl icra ediliyor, nasıl uygulamaya dökülüyor ve burada nasıl imkansızlıklarla karşılaşılıyor bunu araştırmayı amaçladık. Bu sebeple de İstanbul ana merkez olmak üzere ama diğer iki ili de kapsayacak hem gözlemci olarak hem mülakatları oluşturan bir saha araştırması ilk hedefimizdi. Ancak pandemi başladığı an bu saha araştırmasında biz de elbette revizyona gitmek zorunda kaldık. Yine bu planımızdan, yani görüşme yapma ve birinci elden veri toplama amacımızı baki tutarak, pandemi koşullarından çevrimiçi görüşmelere bunu nakletmek zorunda kaldık. Bu kapsamda da yine şunu da eklemek lazım; en başta pandemi öncesinde amacımız Türkiye’deki koruma rejiminin mevzuat ve uygulamalarıydı ancak pandemi devreye girince pandemi koşullarında koruma nasıl değişiyor ve dönüşüyor gündemimize ivedilikle almak zorunda kaldık. Bu kapsamda İstanbul özelinde ana merkez olmak üzere bir kent uzamsal, mekânsal olarak bir kent noktası bizim araştırma noktamızdı. Bunun yanı sıra Edirne olaylarıyla birlikte süre gelen süreç kapsamında hem Edirne’yi hem de İzmir’i kara ve deniz sınırı olmak üzere iki sınır kent olarak araştırma kapsamına aldık.”

Sibel Karadağ: “Pandemi koşullarında koruma dediğimiz alan nasıl dönüşüme uğradı bunu anlamaya çalıştık”

Karadağ, böylece sınır ve kent düzlemi oluşturarak bu uzamsal çerçevede koruma nasıl uygulanıyor ve Edirne olayları ve pandemi süreci ve sürecin nasıl dönüşüme uğradığına dair raporlar, tespitler, gözlemler yapmaya başladıklarını belirterek konuşmasını şöyle sürdürdü:

“Öncelikle tabii ikincil kaynak olarak içtihat ve mevzuat açısından bütün legal dokümanları ve yönetmelikleri güncel ve yakın tarihte yapılan değişiklikleri ve buna dair yapılan raporları inceledik. Bunun akabinde saha araştırmamızı dediğim gibi online görüşmelerle sürdürerek Nisan ve Haziran 2020 ayları arasında 15 görüşmeciyle çevrimiçi platformlarda derinlemesine ve yarı yapılandırılmış görüşmeler gerçekleştirdik. Burada temel hedefimiz şuydu: Bu bir ADMIGOV projesi koruma paketinin ara raporuydu, şimdilerde final raporu üzerinde çalışıyoruz. Ara rapor kapsamında ilk saha araştırmasında daha çok sivil toplum aktörleriyle konuştuk. Bu 15 derinlemesine görüşme, farklı platformlarda ve farklı seviyelerdeki aktörlerin, yani uluslararası kuruluşların aktörleri ve onun çalışanları, ulusal sivil toplum örgütleri çalışanları, devlet destekli kurumların çalışanları ve keza buna ek olarak yerel dayanışma platformları, yerel dayanışma ağları ve dernekler olmak üzere çok geniş bir durum. Sahada aktif olan aktörleri bütün bu üç başlıkta; yasal haklara erişim, sağlık, barınma ve biz bunlara uyum entegrasyon ve istihdam çalışma koşullarını da ekledik kısmi olarak. Bu ana başlıklar altında tüm bu aktörlerin neler yaşadıklarını, nasıl deneyimlere sahip olduklarını ve korumaya nasıl baktıklarını, korumadan neyi anladıklarını inceledik ve ek olarak da pandemi süreci de işin içine girdiği için doğal olarak ana hattı pandemi sürecine doğru kaydırdık. Özellikle de bu pandemi koşullarında biraz sonra da ayrıntılarını vereceğimiz koşullara nasıl adapte oldular, ne tür zorluklar çektiler ve koruma dediğimiz alan nasıl dönüşüme uğradı bunu anlamaya çalıştık.”

Dr. Ayşen Üstübici: “Suriye’den gelenler aileler olarak kent dokusunda yerleştiler

“Pandemi öncesi mülteciler, mülteci dediğimiz topluluklar aslında hangi yasal statüler altında sınıflandırılıyorlar, nasıl ve hangi haklara erişebiliyorlar” diyen Ayşen Üstübici, Türkiye’de pandemi öncesi süreci ise şöyle anlattı:

“Türkiye 2015’ten beri bütün uluslararası raporlamalara baktığımızda dünyanın en çok mülteci alan ve mülteci barındıran ülkesi olarak görünüyor. 2015 öncesinde de Türkiye’de elbette varlardı fakat çok daha az sayıdalardı. Suriyelilerin 2015’ten sonra daha büyük sayılarda geldiğini ve kamplardan kentlere doğru artık yerleşmeye başladıklarını düşününce bunun sanki daha önce çok daha az konuştuğumuz bir konu olduğunu fark ediyoruz. Ancak daha önce Türkiye’ye birçok ülkeden, özellikle İran, Irak, Afganistan, Somali ve diğer Afrika ülkelerinden mülteciler geliyordu ve koruma açısından da farklı statülerde onlar barındırılıyordu. Fakat buradaki fark, ilk defa Suriyelilerle beraber birçok kentte yerleşen ve görünür olan bir nüfusla karşılaştık. Böylece bir kent mültecileri olgusuyla birebir günlük hayatta deneyimlenen bir olguyla karşı karşıya kaldık. İkinci hususta, aslında Suriye’den gelen topluluklar aileler olarak kent dokusunda yerleşiyor olmalarıydı. Varlıklarını yerleşerek gösteriyor olmalarıydı. Mesela diğer gruplara baktığımızda onlar Türkiye’yi bir bekleme odası olarak görürler ve Türkiye de onları böyle görür. Türkiye’de mülteci statüsü sadece Avrupa ülkelerinden olanlara verildiği için, gelenler bir statü alırlar bu uluslararası koruma statüsüdür ama üçüncü bir ülkeye yerleştirilmeyi beklerler. Her zaman özellikle Afganlarla konuştuğunuzda çok fazla duyarsınız ‘askıda yaşam’ kavramını. Devlet ile ilişkileri de o geçicilik üzerinden kurulmuştur. Tabii üçüncü ülkeye yerleştirme uzun yıllar alan bir süreç. İnsanlar buna rağmen yıllarca bekliyorlar. Suriyelilerden bu şekilde hissiyat olarak da böyle bir farklılıkları oldu. Tabii ama buradaki en büyük fark sayılarla ifade edilen farktır. Yani gerçekten daha önce mülteci nedir bilmeyen şehirlerimizde şu an yüksek sayılarda Suriyeli mülteciler yerleşik durumdalar. Bu da aslında kent mültecileri kavramıyla bizi baş başa bıraktı.”

Dr. Ayşen Üstübici: “Göçmen ve mülteci farkı yasal bir fark”

“Koruma dediğimizde özellikle yasal çerçeveye baktığımızda, Farklı yasal statüleri farklı gruplara verebiliyorlar mı? konusunda birçok ülke karmaşık durumda. Türkiye de biraz karmaşık. Bir aşamada Cenevre konvansiyonuyla, üçüncü ülkeye yerleştirilme ve Türkiye’de kalamama mülteci olma durumu var. Yasal statüye göre baktığımızda biz bu raporu hazırlarken üç grubu ele aldık. Aslında tüm sivil toplum kurumlarıyla konuştuğumuzda şöyle bir ayrım yaparlar: bir yanda uluslararası koruma vardır bir yanda geçici koruma vardır. Aslında bu iki terim de 2013’te kabul edilen yabancılar ve uluslararası koruma kanunundan gelir. Geçici koruma, hepimizin de bildiği gibi Suriyelileri kastederler. Çünkü aslında Suriyeliler 3,6 milyon nüfusla 2014 yılında çıkan bildirimle geçici koruma altında tanındılar. Bunun yanında farklı haklara erişebildikleri belirtildi, örneğin: ücretsiz kamuda verilen sağlık hizmetlerinden yararlanma, çocuklar için eğitim hakkı, belli şartlar sağlanırsa çalışma iznine erişebilme hakkı gibi. Diğer taraftaysa daha küçük bir grup var; 360 bin civarı olduğu düşünülüyor nüfusun. Onlara da uluslararası koruma altındakiler denir. Uluslararası koruma grubu aslında Suriyeli olmayan gruptur. Suriyeli olamayan ve sığınma başvurusu yapan, başvuru kabul edilmiş ya da hala başvurusu süreç içinde karar verilecek olabilir. Suriyelilerden farklı olarak, onlara söylenen atanan uydu kentlerde barınırlar. Bu kentlerden dışarı çıkmaları izine bağlıdır. Bir de üçüncü bir grup var, onların kayıtları yok. Hiç kaydolmamışlar ya da kaydolmuşlar mülteci olmak için sığınma başvurusuna başvurmuşlar fakat başvuruları reddedilmiş. Başvurusu reddedilmiş bir şekilde kentlerde hala var oluyorlar, bunlara da kayıtsız göçmenler diyebiliriz.

“Göçmen ve mülteci farkı elbette yasal bir fark ama bir yandan da korumaya erişim dediğimizde de bazen bu farkların kalktığını görüyoruz. Çünkü aslında kayıtsız göçmenler arasında da sağlık elbette çok önemli ve çok temel bir fark. Yola çıktığımız üç temel başlıkta, haklara erişim, barınma ve sağlık hakkı için bu üç grup bunu nasıl deneyimliyor diye bakıyoruz. Suriyeliler sınırı geçerek ülkeye gelmiş gruplar oluyorlar. Genelde de bir yerlere yerleşirler çünkü akrabaları vardır. Daha önceden orayı duymuşlardır. İstedikleri ilk kente kaydolabilirler ve ilk kaydoldukları kentte de kalmaları beklenir. Dolayısıyla da geçici koruma altındaki Suriyelilerin, sağlık ya da geçici haklara erişimi aslında kaydoldukları kentte olmalarına bağlıdır. A kentinde kayıtlı bir Suriyeli B kentinde bir hastaneye gittiğinde reddedilme şansı var. Her zaman olmasa da büyük oranda da retler yaşanıyor. Dolayısıyla da Suriyeliler arasında da kayıtsız olan var çünkü bazıları gerçekten ilk girdikleri yerde kaydolmuşlar ama orada yaşamak istemiyorlar başka yerde akrabaları oluyor, bu sefer de o kente gidiyorlar ama böyle de kayıtsız bir ara statüye düşebiliyorlar.”

Dr. Ayşen Üstübici: “Kayıtsızların sağlık hakkı Türkiye’de yok”

“Uluslararası korumaya baktığımızda burada büyük oranda Afganistan, İran, Irak’tan gelen mültecilerden bahsediyorum. Bunlar ülkeye girdiklerini zaman otoritelere başvurmakla yükümlüler. Eğer uluslararası koruma başvurusu yapmak istiyorlarsa ve bu başvurdukları otorite de artık 2014 yılındaki değişikliklerle birlikte Göç İdaresi oldu. Yetkililer onları belli uydu kentlere atar. Bu gelen insanların istedikleri kentler olmak zorunda değildir. Dolayısıyla çok tesadüfen, daha önce hiç duymadıkları bilmedikleri kentlerde de kendilerini bulabilirler. Yine aynı şekilde sağlık eğitim gibi haklara erişimleri bu kentte ikamet etmelerin bağlıdır. Uluslararası koruma altındakiler için ek bir yükümlülük de şu; eğer o kentten başka bir kente seyahat etmek isterlerse bu yine yetkililerin izinlerine bağlıdır. Bütün bunların altında kayıtsızlar da var, ya da başka kente başvurmuş, başvurusu reddedilmiş olanlar gibi büyük heterojen bir kümedir bu. Baktığımızda bu insanların genel olarak bütün stratejileri otoritelerden uzak durmak, kendilerini saklayabilmek. İş piyasasına katılırken ya da ev kiralarken ama sağlık hakkı burada da önemli meselelerden biri ve onları da ilgilendiriyor. Kayıtsızların sağlık hakkı Türkiye’de yok. Çok zor durumda kalmadıkça sağlık hakkına erişimle uğraşmıyorlar. Ama gerçekten sağlıkla ilgili bir problem olduğunda da sınır dışı edilme korkusuyla hastanelere gidemeyebiliyorlar. Merdiven altı kendi kliniklerini, kendi göçmen gruplarının sağladığı merdiven altı hizmetlere erişebiliyorlar, burada da ciddi bir halk sağlığı ve güvenlik problemi olabiliyor. Ya da mesela İstanbul’da olduğu gibi özel hastaneler bu tip hastaları kabul ediyorlar. Çünkü aslında bizim mevzuatımızda bir turist turizm tarifesi var. Sağlık turizmi altında çok yüksek tarifelerden sağlık hakkına erişmek mümkün. Kayıtsız göçmenler normal devlet hastanelerine gittiklerinde bu yüksek tarifelerin ödenmesini istiyorlar ya da herhangi bir sigortasız göçmen devlet hastanesine gittiğinde turist tarifesinden sağlık hakkına erişebiliyor. Bunun yerine de aslında biraz kolaylık yapan özel hastaneleri tercih edebiliyor.”

Dr. Ayşen Üstübici: “Mültecilerin sağlık problemleri yaşam koşullarından kaynaklanıyor”

“Son olarak 2019’da gelen bir değişikliğe değinmek istiyorum. Mülteci ya da göçmenlerin deneyimlerinde yarattığı değişiklik bizim sahamızda da kendini gösterdi. Normalde, uluslararası koruma altındaki kişiler kamu hizmetlerinden sağlık hakkından yararlanabilirlerdi. Ama 2019 değişimiyle bir değişiklik oldu; bu ücretsiz sağlık hakkı sadece kaydolduktan sonraki bir sene için kısıtlandı. Bir sene sonrasında genel sağlık sigortası kapsamında siz primlerinizi kendiniz ödeyerek sağlık sigortanızı kendiniz karşılamalısınız kuralı geldi. Ve özellikle Afgan, İran dediğimiz uzun süredir Türkiye’de olan ve gerçekten zor şartlarda yaşayan gruplar bu değişlikten çok etkilendiler. Çünkü birçoğu birdenbire sigortasız kalmış oldu.

“Barınma ile ilgili çok genel bir şey söylemem gerekirse de gerçekten mülteciler açısından piyasaya bırakılmış bir sektör. Dolayısıyla da onlar da herkes gibi ev kiralıyorlar ama tabi onlar arasında da kalabalık aileler birkaç aile ortak ev tutmak, mesela her biri bir odayı tutmak şeklinde gibi pratikler çok yaygın. Tabi bunlardan yararlanan ev sahipleri arasında da evleri daha yüksek meblağlara kiralamak çok yaygın. Bunun dışında da barınma ve sağlık kesişiyor, barınma ve sağlık şartları kötü olduğu için genç ve sağlıklı bir nüfus olan mülteciler arasında sağlık problemlerinin neredeyse hepsi yaşam koşullarından kaynaklanıyor. Örneğin, daha rutubetli, yerlerde yaşadıkları için mesela solunum yolları hastalıkları tüberküloz çok yaygın görülüyor. Onun dışında iyi beslenmemeden, ağır şatlarda çalışmaktan kaynaklanan fiziksel rahatsızlıklar çok sık görülüyor. Korunmanın bir yasal çerçevesi ve uygulaması var ama ciddi problemlerle de karşılaşılan farklı statüdeki insanların farklı farklı problemleri olduğu bir resimle pandemi öncesinde de karşı karşıyaydık. Pandemiden de her grup oldukça derin olarak etkilendi.”

 

Sibel Karadağ “Edirne’den dönen insanlara sonraki süreçte ne olduğu meçhuldü”

“Biz bu araştırmada tüm bu Türkiye’deki koruma alanına dahil yapısal portrenin fotoğrafına neyi yaptık ve bunun bağlamında neyi soruşturduk ve incelmeye çalıştık buna değinmek istiyorum. Birincisi ve en temel olanı, farklı yasal statüdeki geçici koruma, uluslararası koruma, kayıtsızlar ve belgesizler dahil farklı statüdeki göçmen ve mülteci toplulukların koruma bağlamındaki yasal sağlık ve barınma haklarına erişimini uygulamada anlayabilmek kapsamında bir inceleme ve araştırma yapabilmekti. İkincisi, İstanbul özelinde olmamızın sebebi en başta kent hayatından, en yüksek sayıda göçmen mülteci barındıran metropolde korumaya erişim nasıl şekilleniyor bunu anlayabilmek ve aynı zamanda da bunun kapsamımızı geniş tutmamıza da vesile oldu. Zamansal olarak da bizim araştırmamız Pazarkule süreci ve hemen peşi sıra gelen pandemiyle kesiştiği için bu koşullaarda korumanın nasıl etkilenip dönüştüğünü ve sivil toplumun buna nasıl bir reaksiyon verebildiğini anlayabilmeye çalışmaktı. Biz şimdiye kadar pandemiye dair kısıtlı olsa da yapılan çalışmalarda çok da rastlamadığımız bir, bir aradalık organizasyonu yaptık. O da pandemi sürecindeki korumaya dair gelişmeleri Edirne süreciyle birleştirdik.

“Neden Edirne süreciyle birleştirdik? Binicisi pandemi süreciyle Edirne olaylarının kesiştiği süreci mart ayında yaşadık. Biz bu süreçte Edirne gibi bir sınır kentinde, kara sınırının bulunduğu kentte korumanın nasıl uygulandığını da anlamaya çalıştık ve onu da araştırmamıza katmak istedik. Keza yine Edirne sürecine dair pek çok rapor mevcuttu biz araştırmayı yaptığımız sırada raporlar peşi sıra geliyordu. Pazarkule’ye gidip gören gezen, ona dair anekdotlarını tanıklıklarını aktaran, adlarını da geçirmek isterim onların emeklerini de anmak için; İnsan Hakları İzleme Örgütü, Uluslararası Af Örgütü, Halkların Köprüsü Derneği, Hak İnisiyatifi Derneği’nin çok değerli çalışmaları mevcuttu. Biz Edirne süreci içerisinde tampon bölgede, tampon bölgenin dışında 200 metre Meriç Nehri boyunca sınır köyleri ve sınır geçişlerinde neler yaşandığını, nasıl hak ihlallerinin mevcut olduğuna değindik. Ek olarak o zamanda ve hala daha mevcut olmayan bir meseleye daha parmak basmak istedik. Bu Edirne’den dönen insanlara sonraki süreçte ne olduğu meçhuldü. O insanlara ne olduğu çok sorduğumuz bir soru değil ve kimsenin de tatmin edici derecede cevap verebildiği bir soru değildi. Biz bu araştırmamızda bunu da kapsamak istedik.”

Sibel Karadağ “13 bin insanın yarısı gönüllü İstanbul’a geri göndü”

“Öncelikle 11 Mart itibariyle Türkiye’de resmi olarak ilk pandemi açıklaması yapıldı o sırada Pazarkule’de tampon bölge içerisinde tahmini olarak 13 bin, ASAM’ın belirttiği rakam kadar insan bulunuyordu. O sırada ülke içerisinde artık sokağa çıkma yasakları yavaştan konuşuluyordu ve pandemi resmi olarak kabul edilmişti. O hafta itibariyle yavaş yavaş Edirne’den gönüllü geri dönüşe teşvik süreci başladı. Daha sonrasında martın sonu itibariyle ise o 13 bin kadar insanın yarısı kadarı gönüllü İstanbul’a geri gönderme ile ayarlanan bedava otobüslerle Esenler Otogarına geri dönüş yaptılar. Onlar döndükten sonra bir karantina uygulaması içerisine girmediler. Sonrasında ise martın sonu itibariyle artık süreç tampon bölgede pandeminin de yayılmasının korkusuyla artık alandan zorunlu olarak insanların geri çıkartılması kararı alındı. Daha sonrasında bu sefer o insanlar 14 günlük çeşitli geri gönderme merkezleri ve yurtlarda karantina altına alındılar. Bunların tahkimi ise farklı illere ve biraz da rastlantısal olarak yapıldı. Yani kaldıkları kayıtlı oldukları illerden ziyade daha çok ülkenin genelinde farklı illerdeki geri gönderme merkezlerine ve eğer yer yoksa yurtlara gönderilip orada karantina altına alındılar. 14 gün sonrasında insanlar tekrar farklı illere yine rastlantısal olarak bırakılmaya başladılar. Kısmi sayıda da olsa bu tür haberler ulaştı elimize.”

Sibel Karadağ: “Artık yoksul bile değiller artık tam olarak açlar”

“Yine bu süreçte yasal statüye erişim açısından şuna bakıyoruz: bildiğiniz gibi Pazarkule bir sınır deneyiminin yaşandığı hak ihlalleri ve şiddete maruz kalındığı dönemdi. Pek çok insan özellikle Meriç Nehrinden geçenler geri gönderildiler, geri itildiler ve hemen hemen hepsinin pasaportlarına, belgelerine, kimliklerine el konuldu. Bu insanlar Edirne’den geri itildikten sonra bir anda belgesiz kaldılar, peki bu durumda insanların yasal statülerine ne oldu? Burada çok büyük bir belirsizliğin olduğunu biliyoruz. Edirne sonrası dönem zamansal olarak çakıştığı için pandemi dönemine bağladık ve pandemiyle birlikte nasıl bir dönüşüm yaşandığını anlamaya çalıştık. ‘Artık yoksul bile değiller artık tam olarak açlar’ bu cümle bizim bütün araştırmamız boyunca karşılaştığımız çok temek bir meselenin ana cümlesi aslında. Artık açlar. Pandemi Türkiye’deki ve dünyadaki herkesi etkiledi. İşsizlik arttı, yoksulluk arttı, türlü haklara erişimde büyük bir yoksunluğa doğru gidiyoruz. Ancak elbette ki toplumun en alt tabakasını oluşturan göçmen ve mülteci toplumları bundan en derin ve en yıkıcı şekilde etkilendiler ve artık koruma alanı şimdiye kadar daha farklı alanları; eğitim, mesleki, bilgiye erişim, girişimcilik gibi pek çok farklı alana doğru yayılmaya başlamışken temel ihtiyaçların dahi karşılanamadığı çok daha ilkel bir yere geri dönmek zorunda kaldı.

“Pandeminin koruma alnında yaptığı en yıkıcı etki temel ihtiyaçlara, gıdaya, ev kiralarına, faturalara erişimde çok büyük açlık düzeyinde zorlulukların başlamış olması. ASAM raporunda sayılar istatistiksel olarak veriliyor. Bu yüzde seksen sekiz oranında bir işsizlik, yüzde altmış üç oranında gıdaya erişimde bir zorluk yaşanıyor. Sivil toplum da burada şu şekilde devreye girdi; koruma alnında faaliyet gösteren aktörlerinde ciddi anlamda kapasite daralması yaşadığı, sokağa çıkamayıp mülteci gruplara erişmeyip, bilgi alamadıkları, yeterince yüz yüze ev ziyareti yapamayıp ne halde olduklarını göremedikleri bir süreç başladı.

Sibel Karadağ: “Pandemide alınan telefonların hepsi para yardımı istiyor”

“İkinci olarak, hemen hemen hepsinin ilettiği, yüz yüze görüşmeler bitince telekomünikasyon ve çevrimiçi sisteme hepsi geçti. Telefonla ihtiyaç ve şikâyetleri almaya başladılar ve her birinin söylediği şey; daha öncesine uyum ve entegrasyona yönelik telefonlar alırken artık para yardımı telefonları alıyoruz oldu. Pandemide alınan telefonların hepsi para yardımı istiyor. Gıda, ev kirası, faturaları ödeyemiyoruz ve yetişemiyoruz diyorlar. Ancak burada da sivil toplum kurumlarının ilettiği sorun da koruma alanı içerisinde artık yavaş yavaş temel ihtiyaç gidermeden ziyade, uyum entegrasyon alanında projeler planlamalar yapıldığı için, pandemiye kadar bu temel ihtiyaçlara ayrılan kelemlerin bütçesi çok sınırlıydı. Ancak pandemiyle bir anda temel ihtiyaçlar acil olunca. Sivil toplum kurumları o bütçe transferini hızlı bir şekilde yapmaya çalıştılar. Bir görüşmecimizin söylediği şey, nisan itibariyle 2020 bütçesinin sonuna geldikleriydi. Bu açıdan bir para, bütçe, fon sıkıntısı da yaşamaya başladılar. Temel ihtiyaçlar için gıda kitleri, hijyen kitleri göndermek yapabildikleri en temel şey bu koliler oldu. Bunda da kendi bütçelerindeki kalemleri bu alana transfer ederek yapabildiler. Ancak yine para yardımı çok yapılamıyor. Bu çok kısıtlı bir şekilde temel ihtiyaçlara erişememe kalemi altında birleşmiş milletlerin belirlediği en kırılgan durumlar adına yapabiliyorlar. Ancak burada da şöyle bir sıkıntıdan bahsetmeliyiz; sivil toplum kurumları kimlere erişebildiler pandemide? Mobil ekipler yok, saha ekipleri çıkamıyor ancak telefonlar, telefonlarla gelen ihtiyaçları karşılayabiliyorlar. Ancak onların her birinin kendi veri tabanında kayıtlı olan ve normalde de kayıtlı olan mülteci gruplarına erişebildiler. Kendi veri tabanlarında olmayan kayıtsız olan, belgesiz olan topluluk tamamen erişilememiş oldu.”

Sibel Karadağ: “En temel sıkıntı bütün yasal statü işlemlerinin durdurulmasıydı”

“Yasal statüye erişimde pandemiyle birlikte göç idaresi çalışmalarını durdurmak zorunda kaldı. Kayıt, kimlik işlemlerinin, uluslararası koruma süreçlerinin haziran ayına kadar donması demekti. Biz tam olarak da nisan haziran ayları arasında bu görüşmeleri gerçekleştiriyorduk. Şimdi ise final raporumuzda haziran sonraki süreci kapsamaya çalışıyoruz. En temel sıkıntı bütün yasal statü işlemlerinin durdurulmasıydı. Peki burada da bu durumda bir dördüncü grup olarak Edirne’den dönenler çıkmış oluyor. Bu insanlar hakkında sınır dışı kararı verildi mi? Eğer böyle bir karar varsa 7 gün içerisinde idari mahkemelere itiraz etme hakkı var, o hak yasal işlemler durdurulduğu için yapılamıyor. Peki bu insanlara ne olacak? Buna dair bir belirsizlik var. Keza uluslararası koruma sürecinde olan insanların bütün bu sığınma ve yerleştirme sürecine ne olacak? Bunların hepsi pandemi boyunca mülteci hukukunda çalışan avukatların dahi bilmediği bir sürecin yaşanmasına sebep oldu.Sağlığa erişim konusunda ebetteki pandemi halk sağlığını etkileyen bir salgın, bu salgında toplumun en alt yoksun tabakasını oluşturan mülteciler nasıl etkilendiler? Hepimizin bildiği pandeminin en yaygın görüldüğü ilçeler Küçükçekmece Bağcılar, Sultangazi, Fatih, Esenyurt, Zeytinburnu. Buralar aynı zamanda göçmen ve mülteci gruplarının ve işçi nüfusunun da yaşadığı yerler. Birinci sıkıntı göçmen ve mülteci gruplarının hastalık, ölü sayısının ne olduğuna dair herhangi bir bilgimiz, sayı, resmi rakam olamaması. Bu hala daha devam eden süreç.”

Sibel Karadağ: “Araştırma sonucunda çıkan en büyük sorun, mültecilerin Covid-19 konusunda bilgiye erişimde sıkıntı ve bilgi kirliliğiydi”

Pandemi başladığında göçmen ve mülteci gruplarını ilgilendiren karar bir ay sonra 10 nisanda geldi. Sağlık Bakanlığı Covid -19 hastalığını acil servis kapsamına alındığını bu kapsamda kişilerin legal statülerinden bağımsız olarak hizmet verileceğini bildirdi. Ardından 13 Nisan itibariyle acil kapsamında ve sosyal güvencesinden bağımsız maddesi geldi. Bunun akabinde yapısal olarak şu yapıldı, belgesiz olanlar acil servise Covid-19 semptomuyla giriş yaptığında veznedeki kişi onları vatansız butonuyla ekleyerek sisteme kaydedebilecekti. Bu vatansız butonu gelmesi elbette sağlık erişimi açısından çok büyük bir imkân yaratmış oldu. Bizim o dönem konuştuğumuz bütün sağlık çalışanları ve sivil toplum aktörleri bunun çok iyi ve olumlu bir gelişme olduğunu dile getirdiler. Ancak bunun beraberinde bu yapısal olumlu gelişmeye rağmen pek çok engel mevcuttu. Araştırma sonucunda çıkan en büyük sorun, mültecilerin Covid-19 konusunda bilgiye erişimde sıkıntı ve bilgi kirliliğiydi. Burada bildiğimiz gibi sağlık bakanlığının şöyle bir uygulaması oldu. Covid-19 ile ilgili duyurularını sosyal medya ve web sitesi üzerinden Arapçaya da çevirdiler. Keza göç idaresi Twitter üzerinden çoklu dilde duyurular yapmaya başladı. ASAM ve Göçmen Sağlığı Merkezleri yine Arapça duyurular yapmaya başladılar. Ancak mülteciler için bunların erişim alanı kısıtlıydı. Çünkü internete erişimleri ve kullanımları oldukça kısıtlı. O sebeple televizyonlardan bir çağrıya ihtiyaç olduğu çok sık dile getirildi ama bu hiçbir zaman yapılmadı. Ve o sebeple bu kadar kitlesel bir erişim alanı mevcut olmadığı için sahadan çıkan sonuç mülteci ve göçmen grubunun 10 Nisan’da gelen değişimle ilgili hiçbir fikirlerinin olmadığıydı. Acil servisten vatansız butonuyla girebilecekleri ve semptom gösteriyorlarsa tedavi olabileceklerine dair bilgiyi bilmiyorlardı. İkincisi yine bir hemşire görüşmecimizin söylediği uygulamanın sık sık değiştiği konusu, yani hasta 112’yi arayıp mı gidecek, acile servise yürüyerek mi gidecek bu gibi uygulamalardaki dönüşümler nedeniyle bilgi kirliliğinin olduğunu ve yine mültecilerin kafasının karıştığı bir sorun vardı.”

Sibel Karadağ: “Mülteci ve göçmen topluluklar sınır dışı edilme korkusuyla kamu hastanelerine gidemiyorlar”

“Diğer bir zorluk izolasyon ve filyasyon zorluğuydu. Görüşmecilerin dile getirdiği bir diğer konu da 10 Nisan’daki kararla biz vatansız butonunu açtık ama kimse gelmiyor diyorlardı. Çünkü mülteci ve göçmen toplulukları kamu hastanelerine gitmiyorlar. Buradan çıkan sonuç genel olarak kamu kuramlarına güvensizlik ve sınır dışı edilme korkusu. Eğer giderse ve oradaki görevli kendisinin kayıtsız ve belgesiz olduğu için polisi çağırarak sınır dışı kararı aldırırsa diye korkuyorlar. İkinci korku eğer Covid -19 tanısı konursa karantinaya girecek ve işten atılma korkusu gelecek ki zaten çok vahim durumdalar ve var olan işini kaybetmek istemiyorlar. O sebeple gitmiyorlar. Üçüncüsü, eğer Covid – 19 tanısı konursa halk içerisinde dışlanmaya sebebiyet vereceğinden korkuyorlar ve bütün bu sebeplerle çok ciddi bir durum olmadıkça devlet hastanelerine gitmiyorlar. Bu durum da genelde filyasyonla ilgili bir sıkıntı oluyor. Adres ve yakınlarının bilgilerini vermiyorlar. Siz gittiğinizde kovidseniz izolasyon için evde yaşadığınız herkesin bir takibe alınması gerekiyor o yüzden de adres gerekli ancak bunu özellikle kayıtsızlar çoğunlukla vermek istemiyorlar. Bu sebeple o filyasyon sürecinin tabi ki yapılamıyor. İzolasyon meselesindeyse, zaten bu insanlar çok kalabalık evlerde yaşmak zorundalar, pandemide kira ve faturaları ödeyemedikleri için eskiden 20-30 kişi alırken şimdi diğer evlerle de birleşmeye başladılar. Şimdi sahada daha da vahim bir halde görüyoruz bunu. Böyle kalabalık bir ortamda Covid-19 tanısı konan bir insan nerede karantinaya girecek hangi izolasyonu yapabilirsiniz ki bu imkânsız. En büyük engellerden diğer biri de dil bariyeri. Bütün bu olumlu gelişme ve vatansız butonuna rağmen, dil bariyeri sebebiyle de şikayetini anlatma, semptomlarını söyleme ya da mevcut bulunduğu adresi söyleme, yakınların bilgilisini verme gibi her türlü iletişim çok zor koşullar altında yapılıyor.”

Haber: Zehra Semerci (İAHA)