– Roman mı?
– Hayır, röportaj!
– Röportajdan ne bekliyorsunuz?
– Öyle sanıyorum ki, gelecekte röportaj edebiyatı besleyecek. Ama iyi kalitede bir röportajdan söz ediyorum. Romanın bir geleceği yoktur. Kurguya dayanan eylemleri içeren kitaplar gelecekte olmayacaktır. Roman geçmiş yüzyılların edebiyatıdır. Röportaj artık güncel bir meseledir; öyle sanıyorum ki, insanlar gelecekte hakikaten başka bir şey okumayacaklar.
1845-1948 yılları arasında yaşamış ünlü Alman röportaj yazarı Egon Erwin Kisch, röportaja ilişkin görüşlerini böyle dile getiriyordu. Kisch, röportajı romana rakip olarak görmüyor, romanın 20.yüzyılda var olamayacağını söylüyordu.
Röportajın böylesine hararetli taraftarlar bulmasının doğallıkla önemli nedenleri vardı. Avrupa ciddi toplumsal dönüşümlerden geçiyordu. Birinci Dünya Savaşı bir gerçek olarak insanların önünde duruyordu ve insanlık artık “gerçek” yaşama ilişkin metinler istiyordu. Yine, Amerika Birleşik Devletleri’nde röportajın gövermesi için 19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başında önemli nedenler vardır. 1860-1914 yılları arasında ABD nüfusu 31,3 milyondan 91,9 milyon insana ulaşıyordu ve ülke nüfusunun 21 milyonu göçmendi. Bu zaman aralığında işsizlik oranı % 700, üretim % 2 bin, yatırım sermeyesi % 4 bin artmıştır. Hukuki düzenlemeler tekelleşmeye olanak sağlarken, zenginle yoksul arasındaki uçurum büyüyordu. 1913’te nüfusun % 2’si milli gelirin % 60’ını elde ediyordu.
İşte bu dönemde ABD’de “muck raker” (pislik kazıyıcıları) denilen gazeteciler, makro bazda ekonomik değişiklikleri, mikro düzlemde ise bu toplumsal değişimin bireyler üzerinde yaptığı etkileri irdeliyorlardı. Muck raker’lar bunu sosyal reformlar gelsin gibisinden bir tarzda kaleme alıyorlardı ki, bu yazılarıyla Amerikan sosyal bilimcilerine yol açıcı bir işlev de getirmişlerdir.
20.yüzyılın başında Avrupa’da sosyal düzeni mercek altına alan röportajcılara rastlanıyordu. Söz gelimi, Avusturya’da yine bir tür muck raker olan Victor Adler ve Max Winter’in çalışmaları gösterilebilir. Her ikisi de sanayileşen Avrupa’da çalışma koşullarını yansıtıyorlardı.
Aslında Cumhuriyet gazetesi bu tür yazılara hiç de yabancı değildi. Büyük romancı Yaşar Kemal, 1951-1963 tarihleri arasında kimi zaman kimliğini saklayarak Doğu’da, Güneydoğu’da insanların içlerine karışmış, önemli toplumsal sorunları gündeme getirmişti. Yaşar Kemal, gazetede kaleme aldığı yazıları röportaj olarak tanımlıyordu. Şimdilerde dört ciltte toplanan Bu Diyar Baştanbaşa başlığı altında derlenen Nuhun Gemisi, Yanan Ormanlarda Elli Gün, Peri Bacaları, Bir Bulut Kaynıyor kitapları YKY raflarında okurunu bekliyor. Hepsi daha sıcak bir ekmek tazeliğindedir.
Yaşar Kemal’in Cumhuriyet’te röportajlarına başlamasının öyküsü insanı gülümsetecek türdendir. Yaşar Kemal elinde Nadir Nadi’nin davet mektubuyla Cumhuriyet’e gider; ne var ki kapıdaki Tahsin Amca, Nadir Nadi’nin Avrupa’ya gittiğini söyler. Ünlü romancı beş parasız Gülhane Parkı’nda konaklamaktadır(!). Kapı gibi Tahsin Amca ise, Nadir Nadi’nin beklediği Yaşar Kemal’i bir türlü gazeteye sokmamaktadır; gözü, üstü başı dökülen Yaşar Kemal’i tutmamıştır. Nihayet, telefonla Nadir Nadi’ye ulaşan yazarımız, Tahsin Amca’yı aşabilmiş ve sonrasında Diyarbakır’a doğru röportajlar kaleme almak için yola çıkmıştır.
17.5.1951-20.7.1951 tarihini taşıyan “Diyarbakır Röportajı”na şu satırları düşmüştür Yaşar Kemal:
Günlerdir Diyarbakır köylüklerini geziyorum. Yollarda insanlar gördüm, ne üstte üst, ne başta baş, ayaklar yalın, kir pas içinde. Dökülmüşler Diyarbakır ovasına. Köyler gördüm, penceresiz, kuyu gibi, zindan gibi karanlık evleri. Bu evlerde insanlar hayvanları ile birlikte yaşıyorlar. Gerisini demeye hacet yok. İş anlaşılıyor. Hayvanlarıyla birlikte yatıyorlar. Kadınlar gördüm, zayıf, sararmış, ince yüzlü, kuruyup, bir deri bir kemik kalmış kadınlar. (…) Burada beyler var. Toprak beyleri. Her beyin elinde üç köy var, dört köy, beş köy, on köy var. Bir ailenin de elinde otuz köy var. Bu köylerde oturup da toprağı işleyen köylüler, bu beylerin yarıcılarıdır. Adam eker biçer, çıkarır; yarısı beyin…
“Dünyada Van” röportajında bir taraftan yoksulluğu gözümüze gözümüze sokarken, öte yandan Doğu’nun doğasını usta bir yazarın sözcük işçiliğiyle betimlemeden duramaz usta röportajcı:
Van gölü, Van gölü değil, Van denizi –öylesine geniş ki, denizden başkasına yakışmaz, zaten Vanlılar da deniz diyorlar- gümüş tasta bir sudur. Kenarları oya oya işlenmiş bir gümüş tas. Dünyada hiçbir göl, hiçbir deniz, hiçbir su Van gölünün maviliğinde olamaz. Masmavi… Deli eden bir mavilik. Ne gökyüzünde vardır öyle bir mavi, ne de başka yerde. Bir tek mavi uyar bu maviye. Diyarbakır ovasındaki çiçeklerin mavisi. Bir de bir camı kırıp kesitine bakın, işte o mavi.
Yaşar Kemal röportajlarını anlatımcı ve betimleyici bir temel üstüne kurar. Kimi zaman yerel dile de başvururken, diyaloglar okuru olan bitenin tam içine çekmektedir. Yazıda toz varsa burnumuza toz kokusu gelir, hava soğuksa siz de üşümeye başlarsınız, yoksulluk okuyanı canından bezdirir… Okurken yorulursunuz, röportajcı için maddi, manevi engeller üstesinden gelinmesi gerekli önemli unsurlardır. Yazar, o dönemde Anadolu’nun güç koşullarında okurların tek başlarına aşamayacakları sosyal mesafeleri onlar adına aşar ve tanıklıklarını onlarla paylaşır, amacı budur zaten. Güçlü kuvvetli olmayan birinin yapamayacağı bir iştir bu! Dökülen otobüsler, tozdan topraktan ibaret yollar, yorgun şoförler, sallarla karşıdan karşıya geçilen nehirler, ambarlarında lebalep yolcu taşıyan gemiler bir âlemdir resmen!
“Ambar Yolcuları ile Seyahat” röportajında, geminin ambarlarını şöyle betimleyecektir Yaşar Kemal: “Kapıyı açar açmaz birden sendeledim. Bir koku, bir koku, tarifi kabil değil… Adamın ciğerine nasıl işlerse, öyle işliyor. Korkunç bir koku, temiz havadan gelen insanı vuruveriyor. Ustura gibi keskin…”
Kimi zaman dışarıdan gözleyen konumundan çıkarak kendisini de oyunun bir parçası yapar Yaşar Kemal. Unutulmayan röportajlarından biri, kaçakçı rolüne girdiği “Kaçakçılar Arasında 25 Gün” dür. Röportajda 50 lira karşılığında Halep’e mal götürmek için kiralandığını, sınırda yakalandıkları pusuyu şöyle dile getirir:
(…) Atlar kurşun gibi fırlıyor. Ellerim atın yelesinde. Atın üstüne yatıp yapışmışım. Düşünüyorum ki, böyle olursa kurşun tutmaz beni. Rüzgârın uğultusu kulaklarımda. Ta uzaklardan at ayaklarının sesleri geliyor. Arkadaşlar ne yandalar? Hüseyin nerede? Yakınımdan bir atlının gittiğini sanıyorum. Hüseyin mi bu? Süleyman’dır… Süleyman sol uçtaydı. Demek biz oraya düştük. Atlar uçuyor. Karanlık gece ve yıldızlar… Yıldızlar savruluyor… Yumuşak toprak… Korku… Bu anda korku siliniyor yürekten… Adam ölümü aklına bile getirmiyor. Yalnız bir merak: Ne olacak acaba? Atlar karanlığa bulaşmış, atlar karanlığı sürüklüyorlar. Birden oldu olacak… Kurşun sağanağı…
Yaşar Kemal’in yazı akrabalarından birisi Halikarnaslı Heredotos’tur (İÖ 484-425). Heredotos’un anlattıkları yabancı dünyalara, başka olana ve bilinmeyene yöneliktir. Bir anlamda o da bir röportajcıdır. Anlattıkları ilgi görüyordu, çünkü Yunanistan’daki şehir devletleri demokrasiye doğru büyük bir dönüşümü gerçekleştiriyorlardı. Bu insanlar kendilerini başkalarıyla karşılaştırma fırsatını buluyorlardı:
Adetlerinde, yasalarında hep başkalarınınkine uymayan görenekleri vardır. Onlarda çarşıya kadın çıkar, ufak tefek alışverişini kendi yapar. Erkekler evde bez dokurlar. Erkekler yükleri başları üstünde, kadınlar omuzlarında taşırlar. Kadınlar ayakta işerler, erkekler çömelirler. Tabii ihtiyaçlarını evin içinde giderirler ama yemeklerini dışarıda, sokakta yerler ve bunu şöyle açıklarlar ki, utandırıcı ihtiyaçlar gözden uzak tutuluyor, utandırıcı olmayanlar ise açıkta yapılıyor.
Yaşar Kemal’in bir yazı akrabası da İS 79’da Vezüv Yanardağı’nın patlaması sonucu yıkılan ve lavlar altında Pompei kentinde olup bitenleri kaleme getiren Gaius Cacilianus Plinius’tur (Genç Plinius).
(…) Artık kül yağıyordu, fakat henüz seyrekti. Dönüp baktım: Yerlere yayılarak bir sel gibi gelen kalın bir sis bizi tehdit ediyordu. Kadınların ulumalarını, çocukların yardım istemelerini, erkeklerin bağrıştıklarını işitirdin. Birçokları ellerini göğe kaldırıyor, daha çoğu ise artık tanrıların hiçbir yerde olmadığını, o gecenin ebedi dünyanın son gecesi olduğunu söylüyorlardı.
Yaşar Kemal’in bir akrabası, ilk savaş muhabiri sayılan William Howard Russell’dir. İngiliz Times muhabiri (1854), İngiliz ordusunun Ruslar karşısındaki berbat durumunu anlatan röportajını yumurta, kara ekmek, soğan ve ekşi şarapla beslenerek yazmıştır. Başka bir akrabası, röportaj tarihinde ilk kez (1885) kimliğini saklayarak zengin İngiliz erkeklerin yoksul kızları seks kölesi olarak kullandıklarını ortaya çıkaran William Thomas Stead’tir. Bir önemli akrabası, zamanın sorunlarını yerinde saptayan, insanların her gün ilgisizce önünden geçtikleri istasyonu, pazarı, kasapları, dükkânları, kömür madenlerini anlatan Emile Zola’dır. Türk işçilerinin Almanya’daki sefaletini “En Alttakiler” ile sergileyen Günter Wallraff’tır. Yazarın bizzat belirttiği Hemingway, Ehrenburg, Şolohov, Kessler, Malaparte, Sait Faik, Orhan Kemal, Aziz Nesin unutulmaz röportajcılardır. Sait Faik’in Beyoğlu’su bir röportaj başyapıtıdır.
Yazının başında sorulması gerekli soruyu sonda soralım: Röportaj nedir? Türkiye’de röportaj artık gazetecinin soru sorup yanıtını alması şeklinde anlaşılıyor. TDK’nin röportaj tanımı şöyle: 1. Konusu bir soruşturma, araştırma olan gazete veya dergi yazısı 2. Radyo ve televizyon habercisinin araştırma ve soruşturma sonucunda hazırlamış olduğu program, mülakat… TDK yıllar içinde röportaj tanımlarını değiştirmiş. 1959 yılında yayımladığı Türkçe Sözlük’te “Bir gazete yazarının gördüklerini anlatan yazısı” tanımlaması yapılmaktadır. Belki de en yakın tanım budur. Röportaj sırtını edebiyata dayamış bir gazete, dergi yazı türüdür. Öyküler, betimler, yazı içinde bir kompozisyon seçilir. Amaç gerçeklik duygusunu artırmak, bunu sağlayacak atmosferi iyi kurmaktır.
Yaşar Kemal’in röportajları iletişim fakültelerinde mutlaka okutulmalı ve bu türün öğeleri canlandırılmalıdır. Türkiye demokrasisi daha güçlendirilecekse, memleketi adım adım dolaşacak röportajcılara ihtiyaç vardır.
Yayına Hazırlayan: Şevval Çakaloğlu (İAHA)